Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

22 Eylül 2020 Salı

hikaye

Her zaman bitmesinden korkulur hikayelerin. Gitmesinden korkulur sevilenlerin. Bazen gitse de sevilenler, bitmez hikayeler. Hayat, onu yaşayan kişinin hikayesidir ve ana karakter var olduğu sürece hikaye hep devam eder. Vedalar sekteye uğratır ama onların gücü yetmez bitirmeye. Başka kişiler, farklı olaylarla sürer hikaye. Kahraman değişir, gelişir, yeniden başladığını düşünür her seferinde. Oysa yaşadıklarının tamamı onun hikayesinin parçalarıdır. O yaşadıkça tamamlanır, bitti sandıkça başlangıca yaklaşır. Bitti sanılsa da bitmez hikayeler...

15 Eylül 2020 Salı

karanlık

Yeni bir gün yeni umutlardı önceden. Şimdi yeni kayıplar gibi hissettiriyor yeni başlayan günler. Eksiliyoruz günden güne. Karanlığa gömülüyoruz. Sesimizi duyuramıyor, öldüğümüzle kalıyoruz. Onlar eksildikçe insanlığından, biz siliniyoruz dünya üzerinden. Kalmıyor izlerimiz. Karanlıkları getiriyor bulutlarını. Göremiyoruz silinenlerin ardında kalanları. Bir parçamız artık eksiklikleri. Hissetmiyoruz. Bir nefes kesiliyor, biz o nefes olamıyoruz. O karanlığın bir parçası olmak, susmak. Susuyoruz. Bazen aydınlık arayışında buluyoruz kendimizi içimizde kalan son umut kırıntılarıyla. Aydınlığı bulamıyoruz. Aşamıyoruz engelleri. Engel, karanlığın kendisi ve bekçileri. Yetmiyor gücümüz karanlıklarını aydınlatmaya. Umutsuz başlıyor bu çağda günler. O umutsuzluğun kurbanlarına dönüşmek istemiyoruz. Biz kadınlar, silinmek istemiyoruz onların karanlıklarında. Normalleştirmiyor, karanlıklarının bir parçası olmayı reddediyoruz. Bir mum da biz yakıyoruz adalet arayışında. Arayışımızı sürdürüyor, ışığımızı söndürmüyoruz. Aydınlığın geleceğine inanıyor, inancımızla besliyoruz aydınlığımızı. 

Karanlığın gücü sınırlıdır oysa aydınlık sınırları kaldırır. Öngöremezsiniz aydınlığın gücünü. Karanlık esiridir güçlü bir aydınlığın. Karanlık teslim olana kadar aydınlığa, umut yaşamak zorunda. Doğacak güneşi bekleme umuduyla...

8 Eylül 2020 Salı

bas(k)ı(n)

Kökleri aynı olsa da bir değildir onların yolları. Taban tabana zıttır ruhları. Bir benzerlik aransa aralarında, başarısızlıkla sonuçlanır çabaları. Onlar, basın ve baskı. 

Felsefede gerçek ve doğru ayrımı vardır. Gerçek, nesnenin kendisi; doğru, nesneye yüklenen bilgidir. Gerçek doğrudan bağımsız sürdürür varlığını. Ancak hakikati görmek isteyenler görebilir onu. Bu sayede gerçek, doğruya ulaşabilir. Çıplak gözle bakılmazsa gerçeğe, kavuşamaz gerçek ve doğru. Anlamlandırmanın yolu hakikati tüm yalınlığıyla görebilmektir. Toplumun hakikate ulaşma yolu ise basındır. Basın bağımsız ruhuna ihanet etmeden gerçekleri yalınlığıyla yansıtırsa, insanlar doğru anlamı yükleyebilir gerçeklere. Gerçekler doğası gereği bağımsızdır. Gerçek gibi basın da özgür ruhludur. Gerçekliği tüm şeffaflığıyla göstermesi gereken bir hakikat kapısıdır o. Cesaret barındırır içinde. Gerçekleri ortaya çıkarma gücünü yerleştirir içinize. Oysa baskı, özgürlük kısıtlayıcı. Basının ruhuna aykırı. Baskılar altında ezilmiş bir basın, reklamlarla aynı görevi görebilir yalnızca. Duymak istediklerinizi söyleyerek doğruluktan uzaklaştırır. Gözleriniz görmek istediklerini gördüğünde beyniniz o tatminkarlık hissiyle daha az sorgular. Yapılmak istenen budur aslında: İnsanı sorgulamayan bir canlıya dönüştürmek. Basın sorgulayıcı bir mekanizma olduğu için tehdit unsurudur. Onun bağımsız ruhunu öldürmeye çalışmak sorgulamanın önüne geçmeye çabalamaktır. Gerçekleri değiştirmeye gücü yetmeyenler, basının gerçeklerini değiştirmek ister. Değiştirmeye gücü yetmediğinde baskı uygular. Oysa baskı, basının gerçekleri açığa çıkarma arzusundan daha güçlü değildir. Basın da gerçek gibi özgür ruhludur. Ne yaparsanız yapın ruhları öldüremezsiniz.

1 Eylül 2020 Salı

korku

Bazen sebepsizce bırakırız bir şeyleri. Belki de o an sebepsiz olduğuna inanırız. Oysa her şeyin bir sebebi var hayatta. Eğer yaşadıklarımızı ardımızda bırakabilseydik sebepsiz olduğuna inanabilirdim bir şeylerin. Fakat yapamıyoruz. Yaşadıklarımızın içimizde bıraktıklarını silemiyoruz. Onları derinlere gömüyoruz. Benzer durumlarda, içimizdeki izlerini hissediyoruz yeniden. Kendimize bu şekilde ulaşıyoruz belki de. Bir şeyler yaşıyor ve onların içimizde bıraktığı izlerin toplamından oluşuyoruz. Yorulduğumuz zamanlar oluyor. Korktuğumuz, ilerleyemeyeceğimize inandığımız... O zamanlar bırakmak istiyoruz. Kaçmak, kurtulmak yüklerden. Oysa asıl yük, kaçmaya çalışmak yaşanılanların izlerinden. Korktukça kendimizden uzaklaşıyoruz. Bunun farkında olmuyoruz düşüncelerden kurtulma telaşında. Hayatın tek seferlik bir film olduğunu unuttuğumuzdan yaşarken ona seyirci kalıyoruz. Filmin bir parçası olmak korkutucu geldiği için uzaktan izlemeyi yeğliyoruz. Iskalıyoruz hayatı korkunun getirdiği kaçma arzusuyla. Filmin bir parçası olmayı reddediyoruz çoğu zaman. Kimimiz filmin sonunda farkına varıyor kaçırdıklarının. Geç kalınmış bir farkındalığın yetersizliğiyle ayrılıyor salondan. Geç olmadan fark etmek, filmi güzelleştirmek ve güzel bir filmin parçası olmak, "Yaşadım." diyebilmek.

22 Haziran 2020 Pazartesi

son

Her son yeni bir başlangıç hayatta. Bir şeylerin bitmesi gerekir yenilerinin başlaması için. Oysa sonlar hep kötüymüş gibi gelir yaşarken. Alışmak gibi bir alışkanlığımız olduğundan belki de. Bitmesin isteriz hiçbir şey. Yeterince mutlu olup olmamamızın bir önemi yoktur. Kopmak zor gelir alıştıklarımızdan. Yaşam bile sonsuz değilken, sonları neden kabullenemez insan? Neden her son, kendi sonuymuş gibi hissettirir ona? Değişim korkuttuğu için mi? Yoksa gelişmek mi zor gelir? Başlangıçlar, yeni bir "ben" olma umudu barındırır içinde. Kolay değildir yeniden başlamak. Her son, gelişimden önceki bir basamaktır aslında. Değiştirir insanı öğrendikleri. İçinde kalanlarla yürüdüğü yol, aynı değildir artık. Farklı biri olmanın sorumluluğu vardır üstünde. Bu ağırlıktan kaçmak ister insan çoğu zaman. Zor gelen budur belki de. Sorumluluklar... Oysa hayat, her an sorumluluk yüklemez mi omuzlarımıza? Bunun için sonlara ihtiyaç var mı? Korkmamalı insan sonlardan, alışkanlıklarının esiri olmaktan korkmalı. Yaşamın sınırı sadece yaşadığımız süre olmalı, kendimize koyduğumuz kısıtlamalar değil. Madem her şeyin bir sonu var, bu sonu kabullenip yeni başlangıçlara kucak açmalı...

15 Haziran 2020 Pazartesi

geç(me)miş

Gece karanlık. Geçmiş de gece gibi. Karanlık bulutlar kümesi... Bir ağırlığı var üstümüzde görmesek de. İçimizi bunaltan, nefesimizi kesen bir ağırlık bu. Nasıl her günün sonu geceyse geçmişimiz de hep bizimle. Yaşadığımız olaylara tepkilerimiz bile geçmişimizin izlerini taşıyor. Geçti sandıklarımızın geçmesi sandığımız kadar kolay olmayabiliyor. Önceden hissettiğimiz olumsuz duyguları hatırlatacak olayları yaşadığımızda, duygularımız çok daha yoğun oluyor. Duygularımızın altında eziliyoruz adeta. Geçmişin yükü ağır geliyor omuzlarımıza. Bu yükü hafifleten ise hafıza. Bazen bunu güçlü kılan. Üzülüyoruz hatırladıkça. Yaşadıklarımız hatırlatıldıkça. Unutmak, geçmişi yaşanmamış kılmasa da yaşanabilir kılıyor hayatı. Yok saymak mıdır unutmak? Yaşanmamış gibi yapmak mı? Yoksa yenileriyle değiştirmek mi kötü anları, anıları? Her yaşadığımız, olduğumuz insanı bulmamıza giden yolda bir adım belki. Peki ya yaşadıklarımızın ağırlığını  taşımak istemiyorsak? O insan olmak istemiyorsak? Hiç o insan olmamışsak, sadece öyle olduğunu sanmışsak? Yanılarak eşlik etmişsek hayatın getirdiklerine? O zaman da mı taşımak zorundayız geçmişin ağırlığını üzerimizde? Nasıl kurtuluruz bu yükten? Nasıl sileriz geçmişin izlerini üzerimizden? Geçmişte ne yaktıysa canımızı, şu anımıza yansıyan her neyse, artık öyle olmayacağına inanarak belki de. Farklı olacağına inanarak bir şeylerin. Değiştirmek bizim elimizde. Anları, anıları yenileriyle değiştirmek... Şu anımız yarınımızın geçmişi. Yaşadığımız anda kalırsak en iyi halimizle, yarınımız da iyi izler taşır. Üzerimizde ağırlık yapmayacak, nefesimizi kesmek bir yana nefesimiz olacak izler... Yaşadığımız her an, yaşanmış olan her şey "geçmiş". En eskileri hatırlamak zor. Oysa kötü izleri silmek zor değil. Yenileriyle değiştirmek... Yakın geçmiş, izlerini en çok taşıdığımız zaman. Derinlerimize işlemeye fırsat bulamamış, henüz bir parçamız haline gelememiş geçmiş... Ne kadar çok güzel an eklersek, o kadar güzel anı bırakırız ardımızda. Hayat geride bıraktıklarımız. Çünkü her şey geride kalır zamanın akışında. Önemli olan, arkamıza baktığımızda ne görmek istediğimiz. Yaşanmışlıkları ne ölçüde geride bırakabildiğimiz. Sonsuz olmayan hafızamıza hangi anları kaydetmek istediğimiz. O kaydedilenlere baktığımızda gördüğümüz kişiye ne kadar ait olabildiğimiz. Yaşanılan her an geçmiş, biz bu geçmişte ne kadar kendimizden geçmemiş, kendimiz kalabilmişiz, önemli olan bu. Şu anın da geçmişimiz olacağı bilinciyle yaşamak, yeni geçmişimizi en iyi şekliyle inşa etmek... Bunu başarabildiğimizde "Hayatım boşa geçmemiş." diyebiliriz gönül rahatlığıyla. Geçen sadece zaman, hangi izlerin kalıcı olacağına şu anımız karar verir. Geçmişin izlerini silebilecek olan, yalnızca biziz. Yaşadığımız anda kalarak, yarının geçmişine güzel anlar katarak...

8 Haziran 2020 Pazartesi

konfor alanı

İnsan her zaman bir şeylere tutunmak ister. Bazen bir duyguya, bazen bir insana... Bağlılık rahatlatıcı gelir ona. Güvende hissetmek ister. Varlığının sebebi yapmak ister bir şeyi. Öyle olduğuna inandırır kendini. Değişimden korktuğu için midir bağlanma isteği? Yoksa değişememekten korktuğu için mi? Zaten çabuk alışmaz mı doğası gereği? Alıştığından kopmakta zorlanmaz mı? Alıştıklarından vazgeçmenin zor olduğunu bile bile neden alışmak ister bir şeylere? Güvende hissetmek için mi? Huzurlu olmak için mi yoksa? Alışkanlık mıdır huzuru ve güveni sağlayan ona? Ya alıştıklarından kopması gerektiğinde... O zaman huzursuz mu olmalı? Güvensiz ya da... Yeni limanlar mı aramalı kendine, bağlanacak? Her şeyin akıp gittiği, değişim gerçeğinden başka hiçbir şeyin  baki olmadığı hayatta, neden bağlanacak şeyler arıyoruz kendimize? Bir şeylere bağlandıkça mutlu oluyor, bağlandıklarımızla bağlarımız koptuğunda dünyanın en mutsuz insanlarına dönüşüyoruz. Sevgiyi bile bağlılıkla bağdaştırıyoruz. Birini sevince herkesi silebiliyoruz. Sevginin bütünleştirici gücünü yadsıyacak kadar önem veriyoruz bağlılığa. Neden yapıyoruz bunu? 
Bir konfor alanı oluşturuyoruz kendimize. Belirli kişileri alıyoruz bu alana. Belirli nesneleri ve mekanları. Güven veren, o alan. Konfor alanımızın biraz dışına çıkınca ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Ön yargılarımız giriyor devreye. Herkese, her şeye bize zarar verecekmiş gibi yaklaşıyoruz. Onları sevememekten korkuyoruz. Bağlı olduğumuz çoğu insan sevilesi mi diye düşünmemişken bir yabancıyı sevmeye başlamakta zorlanıyoruz. İhtiyacımız olan belirli insanlar değil. Onlara olan sevgimiz. Bunu unutuyoruz. Kişilere anlam yükledikçe, duygularımızı bir kişide tüketmeye çalıştıkça, tükenen biz oluyoruz. Bizi üzen başkaları değil, bağlılıklarımız. Bağlılıklarımızla yaşamaya devam ettikçe, mutluluğumuz daimi olmayacak. Her şey geçebilir hayatta. Yığınla insan, sürekli yenilenen nesneler, keşfettikçe kendinizi bulacağınız mekanlar... Değişmeyen biz olmalıyız. Hayatla bağımıza tutunmalıyız her koşulda. Görüş ayrılıkları bile yeterli insanlar arasındaki bağları koparmaya. Oysa insan kendiyle kurduğu bağlarda aramalı güveni, huzuru. İnsanlara değil, hayata bağlanmalı tutkuyla. Konfor alanımızın dışına çıkmak, gerçekten yaşamak. Sürekli bağlanacak maddeler aramak, onlara tutunarak yaşamaya çalışmak, bir ömrü boşa harcamak. Asıl yaşam içimizde. Kendi hücrelerimizde. Bazen hislerimiz, bazen düşüncelerimiz sayesinde bağlanıyoruz bir şeylere. Bu hisleri ve düşünceleri üreten biziz. Ne hakkında düşündüğümüz, kimin için ne hissettiğimizin ne önemi var bu durumda? Önemli olan, hissetmekten vazgeçmemek. Her koşulda düşünmeye devam etmek. Bağlılığımız bu eylemlerin varlığına olmalı, ne üzerine olduğuna değil. Kendi içimize bağlı olmalıyız, onun dışarıdaki yansımalarına değil. Bağlılıklarımızın doğrultusu değiştiğinde bulunduğumuz yerin bir önemi kalmayacak. Bizim olduğumuz yer, konfor alanımız olacak. Yaşamak, işte o zaman yaşamak olacak.

1 Haziran 2020 Pazartesi

sözcük

Mutsuzluğun hüküm sürdüğü bu dünyada kötü olan olaylar değil aslında. Bir şeylerin kötü gittiğine o kadar inanıyoruz ki inandıklarımızı yaşadığımızı fark edemiyoruz. Fark etmek istemiyoruz belki de. Farkındalık, sorumluluktur aynı zamanda. İtina ister, emek ister. Bu emeği verecek gücü bulamıyoruz içimizde. Gücümüzü tüketen, kelimelerimiz; bundan bihaber yaşıyoruz. Düşündüklerimizi söylediğimizi sanıyoruz. Oysa söylediklerimizi düşünüyoruz. Ağzımızdan çıkanları yaşıyoruz. Mutluluğu da mutsuzluğu da kullandığımız sözcüklerle kendimiz seçiyoruz. Sözcüklerin karanlığı hayatın ışığını söndürmeye meyilli. Oysa güzel sözcükler, güneşli günlerin habercisi. Madem bu kadar kısa hayat, aydınlıkta yaşamalı insan güzel sözcükler kullanarak.

22 Mayıs 2020 Cuma

tuhaf

İnsan kendini geliştirebilen bir varlık. Kendini ifade edebildikçe geliştiğini hisseden. Bazen ifade etmek istemeyen. Ama ifade etmeden de yapamayan. İfade etmedikçe eksilen. Eksildikçe tamamlanma arzusuyla yanan. Kendini, ifade etmekte bulan bir varlık insan. Sanıldığı kadar kolay mı dile getirmek bir şeyleri? Bilgi çağında bilgiye ulaşmak kadar kolay mı mesela? Tanımlamak zor. Özellikle de güzel olanları tanımlamak. Güzel şeyler duygularımıza hitap ettiği için belki de. Hislerimiz yoğunlaştıkça zorlaşır anlatmak. Bir şeyleri iyi ifade etmek için az hissetmek gerekiyor bu durumda. "Korkuyu tarif et." desem bir süre durursunuz. Beraberinde getirdikleri canlanır aklınızda ilk önce. Tek başına hayal etmekte zorlanırsınız. Ya da "sevgi" denilince aklınıza sevdikleriniz gelir önce. Kahvenin kokusunu sever çoğu kişi. O kokuyu anlat deseler zorlanır anlatmakta. Bir durum, bir kişi hatta bazen bir nesne, olduğu şeyin ötesine ulaşır ona yüklediğimiz anlamla. Anlam yüklememizi sağlayan içimizde uyandırdıklarıdır. İçimizde uyandırdıkları arttıkça anlatmak zorlaşır. Düşünmek gibi değildir hissetmek. Yoğundur, yorucudur. Bir o kadar da gerçektir. Düşüncelerinizde yanılabilirsiniz. Bu ihtimalin farkındalığı bile rahatlatır sizi. Oysa hislerinde yanılmaz insan.Yanılmaktan değil, gerçeği ifade edememekten korkarsınız. Hiçbir zaman da tam olarak kelimelere dökemezsiniz içinizdekileri. Hislerin gücü kelimeler gibi sınırlı değildir çünkü. Hisleri anlamaya çalışmak onlara yakalanmaktır bir nevi. Yakalandıkça anlarsınız güzellikleri. Anladıkça zorlaşır ifade etmek. İfade edemedikçe gerçeklik kazanır hisleriniz. Hislerinizin gerçekliğine tutunun. Hissettiğiniz kadar varsınız.

15 Mayıs 2020 Cuma

aldatmak-paulo coelho

Linda, mutlu bir hayat sürmesi beklenilen otuz bir yaşında bir gazeteci. Varlıklı ve anlayışlı bir eşe ve sağlıklı çocuklara sahip. İşini seviyor. Eşini de... Bu yaşına kadar yaşadığı hayatı sorgulamadan kabul edebilmişken şimdi neden mutsuz o halde? Paulo Coelho, insanın ruhuna derinden dokunan ve kendini -belki de hayatı- sorgulatan bu kitabında şu sorunun cevabına ulaştırıyor bizi: Her şeye sahip bir insan mutsuz olabilir mi? 
Hayatın akışında durup düşünmeye fırsat bulamıyoruz. Hatta bundan korkuyoruz. Çünkü insana güven duygusunu veren aşinalıktır. Alışkın olduğumuz şeyler olsun isteriz hayatımızda. Yanlış evliliklerin uzun sürmesi bundandır belki de. Karşımızdakinin doğru kişi olmadığının farkına varsak bile bitirmekte zorlanırız bazen. Aşina olduğumuz bir şeyi kaybetme fikri bile korkutur bizi. Korku da beraberinde yanlış kararlar getirir. Bazen de sevdiğimiz biriyle evlenmiş olsak dahi mutlu değilizdir. Linda gibi... Yolunda gitmeyen, eksik bir şeyler vardır hayatımızda. Bu eksikliğin sebebini anlamak için debelenir dururuz. Anlaması kolay değildir. Onlarca soru sorarız kendimize. Bu soruların temelinde "Neden?" yatar. İnsan neden sevdiği biriyle mutlu olamaz? İlk başlarda her şey iyiyken zamanla değişen nedir? Belki de sorun zamanla değişmesi gereken şeylerin değişmemesidir. Kimse tekdüze bir hayat istemez. Bazıları bunu kabullenmek istemese de herkesin yeniliklere ihtiyacı vardır. Bu yenilikler gerçekleşmediğinde bir girdaba sürüklenir insan. Aldığı nefes bile sıradandır artık. Bunun farkına vardığında kaçmak ister bu tekdüzelikten. Doğru veya yanlış olmasına bakmaksızın uzaklaşır o hayattan. Aldığı nefesi hissettiğinde fark eder yeni kararlarının beraberinde getirdiği sorumlulukları. Ya o sorumluluklarla mutluluğa ulaşır ya da sorumluluklarının altında ezilir. Bu ikilem kendini bulduğu yerdir aynı zamanda. Yanlış da olsa kararlarımız, gideceğimiz yeri biz seçmeliyiz. Alışmışlığın verdiği güvene kapılıp yaşadığımız hayat, hayatın yarısı bile değildir çoğu zaman. Hayat yeni yollar seçme cesaretimiz. Bu cesarete sahip oldukça gerçekten yaşamış sayılırız.   

8 Mayıs 2020 Cuma

altı harf iki hece

En zor olan başlangıçlardır. Ben de en zor yerdeyim. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı o an: başlangıç. Devam etmek kolaydır. Yükümlülüklerini bilmek kafidir çünkü. Oysa başlamak öyle mi? Yeni bir karar, yeni umutlar, geride kalanların içimizde bıraktığı ufak ama can alıcı kıvılcımlar... Gelgelelim benim neye başlamak istediğime. Benim istediğim görünen yüzlerle yetinmemek. Herkes olmamak belki de. Farkında olabilmek güzelliklerin. Hayatı sevmeyenler, görünenin ardındaki gerçeğe ulaşmayı denemeyenlerdir. Oysa hakikate odaklananlar, aldıkları her nefesin hakkını verenlerdir. Ben de aldığı her nefesin hakkını vermeye çalışanlardanım. En sevdiğim çiçeğin kaktüs olmasının sebebi budur belki de. Lilyumu sevebilirdim herkes gibi. Kokusu beni de büyüleyebilirdi. Ama beni etkileyen geçici bir büyü değil, herkesin baktığında diken gördüğü, kimsenin gerçekten anlamını kavrayamadığı güzide bir bitki oldu. İlk bakışta çekici değildir kaktüs. (Ne demiş Nazım: "İlk bakışta değil son bakıştadır aşk.") Onun güzel kokan çiçekleri yoktur. Gösteriş değildir onun simgesi. Güçtür, dayanıklılıktır. Şartlar ne olursa olsun bir yolunu bulur yaşama tutunmanın. Pes etmek değildir onun felsefesi. Mücadeledir. Hiçbir karşılık beklemeden yanınızdadır. Muhtaç değildir kimseye. İhtiyacı yoktur kendinden başka birine. Kendi kendine yetebilmenin canlı örneğidir o. Kimseye zarar vermeden, saflığını kaybetmeden de yaşama tutunulabileceğinin kanıtıdır. En sevdiği olmak zordur birinin. Zoru başarabilendir kaktüs. Görmezden geldiğimiz kaktüs bile hayata bu kadar sıkı tutunurken, insan nasıl tutunur yaşama? Ne kadar göğüs gerebilir zorluklara? Şikayet etmek daha kolay gelir insanlara. Söylenip dururlar her durumda. Görmek istemezler zorlukların ardındaki güzellikleri. Hegel diyalektiğini görmezden gelmek, hayatı ıskalamaktır bir nevi. Antitezler olmasaydı ne anlamı kalırdı tezlerin? Mutsuzluk olmasa yarım kalmaz mıydı mutluluk? Çirkinlik olmasa anlamı kalır mıydı güzelliğin? Sonlar olmasa olur muydu başlangıçlar? Ben de şimdi başlangıcı var eden sondayım. Başlangıç gibi son da zormuş. Ne kadar anlatırsam anlatayım anlattıklarım anlamak istediğiniz kadar olduğu için belki de. Aynı, hayatın yaşamak istediğiniz kadar olması gibi...

1 Mayıs 2020 Cuma

direniştir 1 Mayıs

Her geçen gün bizi eksilten bir düzenin parçasıyız. Karşılık üzerine kurulu bir düzenin... Bir şey almak için bir şeyler vermemiz gerekir bu düzende. Verdiğimiz kadarını alamayız çoğu zaman. İşçi emek verdi. Patron ücret... İşçi ücreti az buldu. Patron kulaklarını kapadı. Önem verdiği paraydı. Yetmiyordu zenginliği. Daha fazlasını istedi hep. İstedikçe verdiği ücret gözünde büyüdü. Onun zenginleşmesi için işçi fakirleşmeliydi. Bu düzene ayak uydurması için işçi düşünmemeliydi. Sorgulayacak vakti kalmasın diye iş saati arttırıldı işçinin. Böylece sadece çalışacaktı. Sorgulamayacak, tek amacı hayatta kalmak olacaktı. Patron çoğaldıkça, işçi azalacaktı. Her durumda olduğu gibi bu durumda da bir kırılma noktası olacaktı elbette. İşçi farkındalık kazanacaktı bir yerden sonra. Bu farkındalığın -her farkındalıkta olduğu gibi- geri dönüşü yoktu. İşçi, hakkını arayacaktı. Susmayacaktı bu adaletsiz düzen karşısında. Susturulmaya çalıştıkça sesini daha çok duyuracaktı. Pes etmeyecekti hiçbir zaman. Mücadelesi daimi olacaktı. Er ya da geç kazanan olacaktı işçi. Yalnız değildi o. İşçi halktı. Kendi kendini yönetebilendi. Kimseye boyun eğmeyendi. Birlik olduğunda hiçbir şey tarafından yıkılamayacak olandı. 
Hepimiz bu düzenin işçileriyiz. Mezun olduğunda iş bulamayacağını bilerek okuyan... İş bulacağına dair umudunu kaybettiğinde hayatına son veren işçiler. Bizi öldüren biz değiliz aslında. Yaşadığımız düzen. Bu düzene karşı koymadıkça ölmeye devam edeceğiz. En kötüsü de yaşarken öleceğiz. Yaşarken ölmemek için bir yaşam biçimi belirlememiz gereken bu hayatta en güzel seçimdir direnmek. Kimseye boyun eğmeden yaşamaya devam etmek. Nazım gibi yani. Ne olursa olsun mücadele etmekten vazgeçmeyerek. Nefes alırcasına solumak hayatı. Ne kendine ne halkına ihanet ederek. Yaşar Kemal'in İnce Memed'i gibi mesela. Karşındaki ne kadar güçlü olursa olsun direnmeye devam ederek. Kazanacağına inanarak daima. Aydınlığa yürümek soluksuzca. Yolun sonundaki ışık umuduyla durmamak. Yeni başlangıçları heyecanla bekleyerek. En çok da kendini kanıtlamaya çalışmadan Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'u gibi "Ben Buyum!" diyerek yaşamak. Değiştirmeye çalışanlara kulak asmayarak. Kendin olarak, ödün vermeden benliğinden. Durmadan ilerlemek inandığın yolda. İnanmaktan vazgeçmeyerek güzel günlere. Mavinin en çok da özgürlük tonunu severek. Güneşli günlerin umuduyla. Farklı görüşlere kapatmadan kendini. Birlik olması halkın. Kenetlenebilmek birbirine. Her koşulda katılmak direnişe. Bir yaşam biçimidir direnmek. Yaşarken ölmek, direnmekten vazgeçmek.

22 Nisan 2020 Çarşamba

(z)aman

Zaman akar her koşulda. Siz de zamana kapılıp gidersiniz. Kimisi zamana ayak uydurmaya çalışır. Kimisi zamanı kendisine uydurur. Peki hangisi doğrudur? İlaç olan gerçekten zaman mıdır yoksa bizim zamana kattıklarımız mı? Belki de katamadıklarımız. Mutsuz olduğumuzda zaman dursun isteriz. Boşa geçsin istemeyiz çünkü. Mutsuzluk zamanın boşa geçmesiymiş gibi bir an önce üzerimizden atmak isteriz mutsuzluğumuzu. Böyle yaşayanlar Schopenhauer'a kulak asmayanlardır. "Müspet mahiyete sahip olan şey zevk değil acıdır, onun bizzat mevcudiyeti kendisini hissettirir." diyor Schopenhauer. İnsanın doğasında acı çekmek olduğuna inanıyor. Oysa sürekli acı çekmek, yaşamdan çalmaktır. Önemli olan canımızı acıtan şeyle yüzleşip acıdan sonraki hazza ulaşmak. Acıların sona erdiği yerdir huzur. Huzura ulaşma isteğidir yaşamak. Ona ulaşmak için derin acıları olmalı insanın. Onları aştıkça huzuru tanımalı. Huzuru tanıdıkça zamanı kendine uydurmalı. Hiçbir duygunun belirli bir zamanı yoktur çünkü duygular kişiye özeldir. Zamanın duyguları olabilir. Bir durum aynı anda birçok kişide belirli duygular uyandırabilir. Yaşamak için başka insanlara ihtiyacımız olsa da duygularımızı zamana takılmadan, özgürce yaşayıştır kendini buluş. Kendini tanımak, kendine ulaşmanın yoludur. Zaman sürekli aktığı için değil, sürekli yeni şeyler yaşadığı için "zamanla" kendini bulur insan. Bu yüzden kendini zamana bırakma sebebi kendini bulma arzusu olmalıdır. Kendini bulmak istedikçe -yaşamı bir arayış olarak gördükçe- zamanın akışı korkutmaz insanı. Heyecanlandırır yalnızca. Nefes aldığı her anın bir amacı vardır ve zaman o amacın uğrundaki araçtır. Önemli olan amaca odaklanmak, aracı en iyi şekilde değerlendirmektir. Aracın hızına takılmak bizi amaçtan uzaklaştırır. Oysa sandığımız kadar vaktimiz olmayabilir yaşamaya. Korkusuzca yaşamalı hayatı. Geçmişin pişmanlığını duymadan, ileriye bakarak...

15 Nisan 2020 Çarşamba

inanmak

Her zaman bir şeyler bekleriz hayattan. Bazen gerçekleşeceğine ihtimal bile vermeden yaparız bunu. Sırf gerçekleşmeyeceğinden korktuğumuz için isterken bile tereddüt ederiz bir şeyleri. Hayal kırıklığına uğramaktan korkarız çünkü. Canımız yanacak diye ödümüz kopar. "Ya olmazsa" diye düşünmekle o kadar meşgul oluruz ki olabilme ihtimalini göz ardı ederiz istediklerimizin. Hayal kurmaya bile korkarız. Hayallerimizin gerçek olmasını o kadar istemişizdir ki bu, aksine inandırmıştır bizi. Korkuyla doldurmuştur içimizi. Yapmamız gereken gözlerimizi kapatıp yalnızca hayal etmekken gözlerimizi kapamaya bile cesaretimiz yoktur çoğu zaman. Her şey gerçekleşince güzel olacakmış gibi davranır dururuz. Oysa gerçek, nesnenin kendisidir. Güzel ise bizim ona ne kattığımız, onda ne gördüğümüzdür. Hayallerimiz gerçekleşmeden de güzel olabilir. Yeter ki ona tutunmasını bilelim. Nasıl tutunur insan hayallerine? Onları içinde yaşatarak. Umutsuzluğa kapılmadan hiçbir koşulda. İnancını kaybetmeyerek en çok da. İnanmak her şeydir. Hayallerinize inandığınızda -bunu tüm benliğinizle yaptığınızda- gerçekleşip gerçekleşmediğinin bir önemi kalmaz. Çünkü onları benimsemişsinizdir ve bilirsiniz ki er ya da geç olur inandıklarınız. "İnanıyorum." demek yetmez. Bunu tam anlamıyla yapmak gerekir. Her hücrenizde inandıklarınızı hissetmek... İnandıklarınız uğruna göze alabildiklerinizdir cesaret. Cesaretiniz yoksa eksiksiniz. Hayatınız boyunca eksilirsiniz. Tam olmak zorunda değil elbette insan. Ama hayallerine inandığında cesaret kendiliğinden gelir. İnandıkça cesaret kazanır. Cesaret kazandıkça gerçekleştirir hayallerini. Hayalleri gerçekleştikçe hisseder benliğini. Benliğini hissettikçe başarır bir şeyleri. Başardığını gördükçe güçlenir inancı. İnandıkça anlam kazanır yaşamı. Gerçekleşmemesinden korkmadan inanmalı insan hayallerine, kendine. Anton Çehov'un dediği gibi: "İnsan inandıklarıdır."

8 Nisan 2020 Çarşamba

kavşak özgürlük

Özgürlüğü var eden özgür olmama durumudur. Özgürlüğün hüküm sürdüğü bir yerde onu aramaz hiç kimse. Ancak kaybedince anlar değerini. Her ne kadar soyut bir kavram gibi dursa da somut sonuçları olan bir kavram özgürlük. Yüzyıllar boyunca savaşlar verildi uğruna. Kimi zaman galip gelindi, kimi zaman köle edildi birileri birilerine. Peki biz özgür müyüz yeterince?
Kimisi şöyle der: "Başkalarının haklarına müdahale etmediğimiz sürece istediğini yapabilme hakkıdır, özgürlük." Fakir bir adam istediğini yapabilir mi başkalarının haklarına zarar vermese de? İstediği şeylere sahip olabilir mi? İstediği yere gidebilir mi gönlünce? Özgürlüğü bu şekilde tanımlamak, onu sınırlandırmaktır. Oysa özgürlük "sınırsız" olduğunda adı özgürlük olur. Sınırları kaldırabildiğimiz ölçüde özgürüz. Cesur olabildiğimiz sürece... Özgürlük kafada başlar. Önce düşüncelerinde özgür olmalı insan. Kalıplara sokmamalı onları. Düşüncelerini belirli kalıplara sokmaya çalışan her neyse ona direnmeli. Çünkü yasa korumaz onu. Hapseder yalnızca. Düşünebildiğimiz ölçüde özgürüz. Hayal edebildiğimiz kadar özgür. Hayallerimizi dile getirebildiğimiz kadar...
Özgür olduğumuza inandırılırken özgürlükten bihaber yaşıyoruz. Katip Bartleby gibi pasif direnişçiler olmaya zorlanıyoruz. Direniş biçimimiz bizim tercihimiz olmalıyken, her koşulda engelleniyoruz. Kendimizi ifade edecek bir yer bulamıyoruz. Bir yer bulsak dahi düşüncelerimizi ifade edecek gücü içimizde hissedemiyoruz. Düşündüklerimizi dile getiremeyişimiz "suskunluk sarmalı"nın esiri olmamızdan. İnsanlar susuyor çünkü farklı düşüncelerinden dolayı dışlanmaktan korkuyorlar. Kimse azınlık olmanın beraberinde getirdiği sorumluluğu taşımak istemiyor. Farklı düşünmek, yalnızlığa itilmek. Oysa insan yaşamı boyunca başkalarına ihtiyaç duyar. İlişki ihtiyacının sonucudur belki de düşüncelerini kendine saklaması. Peki sadece suskunluk sarmalından mıdır susması?
Ne diyordu Rosa Luxemburg: "Özgürlük daima farklı düşünenlerin özgürlüğüdür." Herkes gibi düşünüyorsanız düşüncelerinizin korunmaya ihtiyacı yoktur. Özgürlüğün çıkış noktası farklılıklardır. Başkalaştıkça güzelleşir dünya. Buna fırsat verildikçe anlam kazanır yaşam. Şimdilik dile getiremesek de başkalarına katılmak zorunda değiliz düşüncelerimizde. Peki ne kadarını ifade edebiliyoruz düşüncelerimizin? Sözleşmelerin izin verdiği kadarını. Bu noktada en etkili sözleşme Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesidir. Bu sözleşmenin 10.maddesi ifade özgürlüğüne ilişkindir. 1.fıkrasında herkesin ifade özgürlüğüne sahip olduğu belirtilirken, 2.fıkrası ifade özgürlüğünün sınırlama nedenlerine değinir. Sınırlandırılmanın olduğu bir yerde özgürlükten bahsedilebilir mi? Özgürlük sınırların olmadığı bir alan yaratmak değil mi? 
1982 Anayasasının karşısında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi yumuşak kalıyor elbette. 82 Anayasasının 25.maddesinde "düşünce ve kanaat özgürlüğü" güvence altına alınmıştır. Madde 25 şöyle der: "Herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlarini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz." Yasanın bize "düşünebilme" izni vermesi ne tuhaf. 26.madde ise "düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti"ni kapsar. Bunu yaparken o kadar çok sınırlama nedeni koyar ki, maddeyi gördükten sonra düşüncelerinizi kendinize saklamaya karar verebilirsiniz. Yasa koyucu düşünce ve ifadeyi ayrı kavramlar olarak kabul etmiş ve "düşünce ve kanaat hürriyeti" ile "düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti"ni ayrı maddelerde ele almıştır. Oysa düşünce ve ifade birbirinden ayrı değildir. Yalnızca ifade edebileceğimiz şeyleri düşünmek bir yana, düşündüklerimizi her koşulda ifade etme hakkımız olmalıdır. Düşünce ve ifade kavramlarını ayrı değerlendirmek, yasa uygulayıcıların yetkilerini arttırmaktır. Oysa yasalar özgürlüğü korumaya yönelik olmalıdır. İfadenin olmadığı bir yerde özgürlükten bahsedilemez. İfade özgürlüğü tüm özgürlüklerin temelidir. Ancak ifade özgürlüğü sağlandığında diğer özgürlüklerden söz edilebilir. Bunu sağlayacak olan da anayasalar ve insan hakları sözleşmeleridir. Mümtaz Soysal'ın "Dinamik Anayasa Anlayışı" adlı kitabında belirttiği gibi: "Anayasanın hak ve özgürlükler sistemi, ifade özgürlüğünün sınırını ya da tavanını değil; hak ve özgürlüklerin kullanılmaya başlanacağı "tabanını" gösterir. İfade özgürlüğünü bu taban içinde düşünmek, özgürlükten yararlanmak olamaz. İfade bu sistemin dışına çıkmaya başladığı andan itibaren "özgürlüğün korunmasına" ihtiyaç duyar. Öyleyse Anayasalar ya da İnsan Hakları Sözleşmeleri, ifade özgürlüğünün yalnızca "ilk basamağını" ya da "başlangıç noktasını" oluştururlar. Özgürlüğün alanı genişledikçe -basamaklarda ilerledikçe- norm düzenlemeleri de "dinamik" bir yorumla yeniden düzenlenecektir." 
Düşüncelerimizi yasaya bağlı kalmak koşuluyla ifade edebiliyoruz. "Düşünebilmemiz"in bile yasa koyucuya bağlı olduğu bir durumda "özgürlük"ten bahsetmek tuhaf geliyor kulağa. Yasaların izin verdiği ölçüde özgürüz belki de. Fazlasını istemek kimin haddine?




1 Nisan 2020 Çarşamba

ansızın

Hayattan her zaman bir şeyler isteriz. Yaşama tutunmanın bir yoludur bu. İstedikçe çoğalır insan. İsteklerine ulaştıkça azalır. Azalmaktan korktuğu içindir yerinde sayışı. İstemek güzeldir. Oysa istediklerine ulaşmak kaygılandırır. Çünkü bu yaşamın amacından uzaklaşmak gibidir. Yaşamın amacı nedir? Kaç insan yaşamın amacını bulmak gibi bir gaye edinir? Amaç sonuca giden bir yoldur. Önemli olan yollardır hayatta. Sonunu düşünmek, yaşamı yeterince hissedememek. "Yaşadım." diyebilmek için içinden gelen yolları takip edebilmeli insan. O yollar nereye götürüyorsa, oraya gitmeli. Ertelerse hiçbir zaman gitmeye fırsatı olmayabilir. Fırsatı varken korkusuzca yaşamalı hayatı. En sevdiği şarkıyı son dinleyişiymiş gibi dinlemeli. Evden çıkarken annesini bir daha göremeyecekmiş gibi sarılmalı ona. Ne kadar kızsa da kardeşine, ertesi gün olmayacakmış gibi affetmeyi bilmeli. Sonsuza kadar yaşayacakmış gibi davranıyoruz. Öfkemiz, kırgınlıklarımız, nefretimiz bizi tüketse de onlara tutunuyoruz. Değişimlerden korkuyoruz. Alışkanlıklarımızla yaşıyoruz. Neye tutunursak tutunalım zaman akıyor. Korksak da, öfkelensek de nefret de etsek "dur" diyemiyoruz yaşama. Kimisi, zamanın akışında alışkanlıklarından kopamadan savruluyor. Çok azı başarabiliyor umut etmeyi, istedikleri için mücadele etmeyi. Yaşamak değil korkutucu olan, yaşayamamak. Hiç yaşamamış olmak... Cemal Süreya'nın dediği gibi "Hayat kısa, kuşlar uçuyor." Ne kadar korksak da, kaçsak da yaşamın sonu var. İsteklerimizin sonu olmamalı. En çok da cesaretimiz sonsuz olmalı. Kaç kere çılgınca bir şey yaptınız hayatınızda? Kaç yıldız saydınız yatmadan? Uykunuzdan ödün verip kaç gün doğumuna şahit oldunuz? Ertelemek, hayattan çalmaktır. Vaktiniz olmayabilir ertelediklerinizi yapmaya. Fırsatınız varken soluyun hayatı her hücrenizde. Yürüyün gidebildiğiniz yere kadar. Dönememekten korkmadan yapın bunu. Bağırın ciğerleriniz yettiğince. Söyleyin sevdiğinizi sevdiklerinize. O çok istediğiniz kitabı alın ve okuyun bir an önce. Koşulları dert etmeyin. İsteyin ve gerçekleştirin sadece.

22 Mart 2020 Pazar

düşün(emey)en

Düşünmek insanı özel kılar. "İnsan düşünen bir hayvandır." diyor Aristo. İnsanı düşünebilmesi yönüyle ayırıyor hayvandan. İnsanlar bile düşünebilme yönüyle ayrılıyor birbirinden. Kimisi sorguluyor, kimisi sorgulanmamış bir hayatın yaşamaya değmeyeceğinin farkında olmadan sadece yaşıyor. Günlerini düşünmeden geçiriyor. Ne için yaşadığını bilmeyen, bunu merak dahi etmeyen makineye dönüşüyor. Çocukken merak ettiklerini yitiriyor zamanla. Hayatın koşuşturmasında kendini kaybetmiş ebeveyninin karmaşasına katılıyor o da. Belirli bir düzeyde eğitim alıp, belirli bir yaşa gelince sevip sevmediğinin önemi olmayan bir işe giriyor. Belirli düzeyde eğitim alması, eğitimi sorgulamamasından. Neden okuduğunu bilmediğinden, zorunluluk olarak görmesinden okulu. Belirli bir işte çalışması zorunluluktan yine. Sorgulamadan çalışmak zorunda olmasında, içinde yaşadığı sistem etkili olsa da kendini "belirli" kalıplara sokmak kendi seçimi insanın. Kalıplara o kadar alışıyor ki, belirli bir yaşa gelince evlenmek zorunda hissediyor. O ana kadar sorgulamadan yaşamışken evleneceği insanı aklıyla seçiyor. Peki her şeyi düşünmeden yaparken neden evleneceği insanı aklıyla seçiyor? Aşkta düşünce olmadığını neden göz ardı ediyor? Elalem ne der diye yaşarken arzularını yok sayıyor insan. Toplumun baskılarına boyun eğerken onları bile dizginliyor. Oysa ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın yok edilemez arzular. Hayatın her anında bizimledir onlar. Güzel bir çiçek gördüğünüzde o çiçeğe kendinizi unutarak bakmanız aşktır. O çiçeğe sahip olma düşüncesi aklınızdan geçtiği an aşk yok olur. Arzunuz kalır yalnızca. Ne kadar bastırırsanız o kadar ele geçirir arzularınız sizi. Kabullenmek gerekir arzuları. Onlarla yaşamayı öğrenmek gerekir. Güzelliklerden kaçmak, hayatı ıskalamak.
İnsan belirli bir yaşa kadar düşünmeden yaşar. Düşünmemesi gereken zamanda düşünmeye başlar. Önce biriyle hayatını birleştirmesi gerektiğini düşünür. Sonra hayatını birleştireceği insan, onun gibi düşünsün ister. "Ben"liğinin kalıplarından çıkamaz. Oysa birini severken düşünmemiz gerekmez. Onun hakkında düşünmek, onunla ilgili bir imaj yaratır aklımızda. Onu kelimelerle tarif etmeye çalışırız. Onu tanımlayan kelime buldukça mutlu oluruz. Sevmek birini tanımlamanın ötesindedir. Düşünceler imgelerin belirleyicisidir. Biriyle "bir" olmak her türlü düşünceden uzaklaşıldığında mümkün olabilir. Sadece iki kişi kaldığında tüm benliğiyle... Arzularını bir kenara bırakıp yaşadığı hayata bir çocuk getiriyor insan en sonunda. Hayatını ona adayıp tek bir gün bile mutlu olup olmadığını düşünmeden ayrılıyor bu dünyadan. İnsan alıştıklarını yaşıyor. Oysa hayat alışamadıklarımız en çok da. Alışkanlık haline getirip yok etmemek güzellikleri...

15 Mart 2020 Pazar

farkındalık

Gece mi içimi karartan,
Kaygılarım mı beni bu denli huzursuzlaştıran?
İnsan hayatının en güzel dönemidir gençlik yılları. Dönemi olmalıdır en azından. Bir şeylerin farkına varmaya başladığınız, kendi kararlarınızı aldığınız ve kararlarınızın arkasında durma bilincine ulaştığınız zor ama bir o kadar da güzeldir gençlik. Güzel olması gerekendir. Sekiz yıl ilköğretim okursunuz. Kulağa uzun gelse de göz açıp kapayıncaya kadar geçer o sekiz yıl. Tabii ailenizin maddi durumu iyiyse... Her yıl yeni defterler, kitaplar, üniformalar almanız gerekir. Çünkü katı kurallar koyar bazı öğretmenler. "Eski defterinize devam edemezsiniz." der mesela. Ailenize "Alım gücünüz var mı?" diye sormaz. Başarılı olmanız önemlidir bu sistemde. Mutlu olmanız, her şeyden önce insan olmanız kimsenin umurunda değildir. Notlarınız kadar değer görürsünüz. Her şey teoriktir. Düzen bellidir ve siz bu düzendeki küçük rolünüzü oynamakla yükümlüsünüz. Huzuru bozan kişiler vardır sınıfınızda. Çevresine zarar veriyordur bu çocuklar. Çevre önemli değildir. Sekiz yıl katlanılabilir bir süredir. Düzen böyledir. Değiştirmeye yeltenmek yalnızlığa itilmektir. Liseye başlarsınız her şeyin farklı olacağı umuduyla. Yaş arttıkça bilincin de artacağını sanırsınız. Yanıldığınızı anlamanız uzun sürmez. Çünkü düzen aynıdır. Çark aynı yöne döndüğü sürece yalnızsınız. Üniversite büyük değişimlerin başlangıç noktasıdır. Olmalıdır. Olmadığını anlarsınız. Belirli dersler koyarlar önünüze. Sonra sınavlar... Aldığınız notlardır değerinizi belirleyen. Nasıl düşündüğünüz umurunda değildir kimsenin. Düşüncelerinizin sebeplerinden çok ne düşündüğünüzle ilgilenirler. Düşünmeyin isterler çünkü. Sorgulamak, değişime giden ilk adımdır. Bu adımı attığınızda bir şeylerin farkına varmaya başlarsınız. Farkındalığınız korkutur onları. Düzene ayak uydurmak, farkında olmamayı gerektirir. Buradan dönüş yoktur. Artık eskisi gibi bakamazsınız olaylara. Sadece kendi hayatınıza odaklanamazsınız. Başkalarını da düşünmek zorunda hissedersiniz. Düşündükçe çoğalırken azalırsınız. Umudunuz artmıştır. Huzurunuz azalmıştır bu esnada. Bir tarafınız karanlığın farkındadır. Bu karanlığa esir düşer bazen. Diğer yanınız karanlıktaki ışığı görmek istiyordur. Yaşananlar, tanık olmak zorunda kaldıklarınız bazen fırsat vermez aydınlık umuduna. Oysa en güzel günler, karanlığın ardından gelecek olanlardır.

8 Mart 2020 Pazar

kadın kadına

Kadını objeleştiren yalnızca erkekler değildir elbette. En büyük haksızlığı kadın yapar kadına. Kalıplara sokulmaya öylesine alışmıştır ki tüm kadınları sığdırmak ister kalıplarına. Kadın birileri için yaşayandır. Kocasının istediklerini yapması gerekendir. Özgür iradesi olmayan, başkalarına bağımlı olandır. İstenildiğinde susan belki de hiç konuşmaması gerekendir. Söylediklerinin değeri olmayandır kadın. Düşünemeyen, düşündüğünü kendine saklaması gerekendir. Çalışmaması gereken, evde kocasının yolunu gözleyendir. "Kocamdır, yapar." diyendir. Kocası kızını öldürdüğünde bile "O kötü biri değil." diyebilendir. Açık seçik giyinmemesi gerekendir. Yanında bir erkek olmadan dışarı çıkmaması gereken, bir erkeğe emanet edilme ihtiyacı olandır kadın. Evlenmeyince evde kalan, evlenince "karadul" muamelesi görmemek için boşanmayı aklına dahi getiremeyendir. Her gece kocasıyla aynı yatağa girmek zorunda olandır kadın. Evlenmek hizmet etmektir onun için. Kocasını memnun etmesi gerekir evlenince. Tatmin etmesi gerekir onu her açıdan. Çünkü o, kadındır. Yapması gerekenler vardır ve onları yapmalıdır. Kalıpların içine sıkışmış, belki de sıkıştırılmış kadınlardır böyle düşünenler. İçinde bulundukları düzene öylesine alışmışlardır ki bu düzeni değiştirmek bir yana, değiştirmeye çalışanlara karşı çıkarlar. Kadın, olması gerektiği yerde olmalıdır onların gözünde. Fazlasını istemeyi hak görmezler kendilerinde. En büyük mücadelesi kadınadır kadının. Bir kadın olarak çok şey yapabileceğini önce kadına anlatması gerekendir kadın. Kendini hemcinslerine kanıtlaması gerekendir. Kadın değiştiğinde gördüğü muamele değişir kadının. Kadın eşit olması gerektiğinin farkında olduğunda eşit hale gelir erkekle. "Hayır" demeyi öğrendiğinde, bir şeylerin yolunda gitmediğinin bilincinde olduğunda... Değerini önce kendi fark etmesi gerekendir kadın. Karşı cinsin sevgisi ve ilgisiyle değer kazanmadığının, birine bağımlı olmadan yaşadığında daha huzurlu hissedeceğinin bilincinde olması gerekendir. Bu bilinçle hareket ettiğinde düzeni değiştirecek olandır kadın. Mücadelesi kadından yana olan, düşünceleri veya davranışlarıyla kadını yalnızlığa mahkum etmeyendir. Kadın, güçlüdür. İçindeki gücü hissettiğinde kimsenin karşısında duramayacağı kadar güçlü. Her kadın bu gücü hissedemez, toplumun dayattıklarının altında ezilir bazıları. Hissetmeyince kimse hissetmesin ister. Söyledikleri, yaptıkları güçlü kadınları güçsüzlüğe itmek içindir kadının. Oysa değişim, birlik gerektirir. Bu köhne düzenin değişmesi için herkesten önce kadın inanmalıdır kendine. Önce kendine inanmalı, sonra da inanan kadınların yanında olmalıdır. Kadın, düşmanı olmamalıdır kadının. Ancak böyle çıkar karanlıklar aydınlığa.

1 Mart 2020 Pazar

kadın

İnsan nerede doğacağından, teninin renginin ne olacağından, dilinin sesleri nasıl bir araya getireceğinden bihaber gelir dünyaya. Doğduğunda farkında değildir kim olduğunun. Bir kişilik değildir doğduğunda. Bir kişidir yalnızca. Kimliğini belirleyen ne adıdır ne ten rengi ne de dili. Vicdanıdır onu insan yapan, ona kimlik katan. Bazıları eksik kalır hayatı boyunca. Kimlik kazanamaz, bir kimlik arayışında olmaz. Sadece var olur. Kendine bir şey katamadığı için doğarken getirdikleriyle övünür. Cinsiyetiyle övünürse adı erkek olur. Babasından gelen "Y" kromozomuna o kadar anlam yükler ki kendinde her hakkı görmeye başlar. Bu anlam yükleyişi, olayın bir kromozomla alakalı olduğunu bilmediğindendir belki de. Kişi olmakla yetindiği için de olabilir elbette. Kişilik arayışı olmayan birinin ilgi alanı değildir kromozomlar. Cinsel organından güç alır onlar. Yetersiz olduklarının farkında olmalarıdır öfkelerinin sebebi. Bastırılmış duygularıyla mücadele ederler bir yere kadar. Sonra karşı koyamazlar duygularının açığa çıkmasına. Kendilerini kanıtlamak isterler. Yapabildikleri bir şey olduğunu göstermektir amaçları. En yakınlarından başlarlar güç gösterisine. Kimi karısını döver, kimi kızını taciz eder. Yetersiz olmadığını kanıtlama çabasıdır bu. Sapkınlığıdır zihninin. Kendinde hak görür ailesine zarar vermeyi. O, erkektir. İstediğini yapma hakkına sahiptir. Buna izin veren bazen dinidir bazen zarar verdiği kadının bunu hak ettiği düşüncesi. Yaptıkları, yapması gerektiği içindir. Kadın, kötülüğü hak edendir. Hak etmemesi gerekendir. Eksikliklerini sapkın düşünceleriyle kapatmaya çalışan erkekler için hayat işte bu kadar açıktır. Peki ya kadınlar?  Böyle sapkın zihinlerin yaşadığı bir toplumda kadın olmak kolay mıdır? Kadın olmak, kadın doğmak 1-0 yenik başlamaktır hayata. Cinsel organı farklı olduğu için ayrıştırılmaktır. Üretmek gibi olağanüstü bir gücü yok sayılandır kadın. Cinsiyetinden dolayı evdeki işleri yapması gerektiğine inanılan, iş hayatında bir erkekle eşit seviyede görülmeyendir. Giyeceği kıyafete karar hakkı elinden alınmak istenen, karanlıkta sokağa çıkamayandır. Bastırılmak istenen, korkuya mahkum edilendir. Toplu taşıma araçlarına tedirgin binendir. Sürekli tetikte olması gerekendir. Kişiliği elinden alınmak istenen, kişiye dönüştürülmek istenendir. Ataerkil toplumun beklentileridir bunlar. Ezilmeye alıştırmak isterler kadınları. Kendi ezilmişliklerini bu şekilde örtmek isterler çünkü. Oysa kadın üretendir. Direnen, mücadele edendir. Pes etmeyendir. Cinsel organı değildir onu eksilten. Yaşadığı toplumun dayattıklarıdır. Sapkın zihniyetlerle uğraşmak zorunda bırakılması, mücadelesinde yalnızlığa itilmesidir. Zor durumda yardımına koşanlara ceza verilmesi, suçluların daha da güçlendirilmesidir. Kadına şiddetin, tacizin meşrulaştırılmasıdır. Kadın ne kalıplara sığdırılmaya çalışabilecek bir obje ne düşünce özgürlüğü elinden alınabilecek bir sujedir. Her şeyi yapabilecek güce sahip olandır kadın. Düşüncelerine kelepçe vurulamayacak olan, düşündükçe özgürleşen, özgürleştikçe güçlenendir.