Hayatta bir şeyin sonuna geldiğimizde geriye bakmadan yolumuza devam edebilmek bir hayli zor ve her şey sonlanmak zorunda isteyerek ya da istemeyerek… Bazen geçmişte sevmediğimi düşündüklerime aidiyetimin farkına varıyorum. Bu aidiyet hissi elimi kolumu bağlıyor adeta. Yürümek istedikçe kendime takılıyorum. İlerleyemiyorum. Yeni kararların eşiğinde en doğrusunu bulmaya çalıştıkça yanlışın büyüsüne kapılma olasılığımı artırıyor ve bunun altında eziliyorum. Her tercihin bir vazgeçiş olduğu gerçeğini görmezden gelemiyorum. Seçtiğimin içimin istediği şey olmasını ölesiye arzularken insanların anlam veremeyen gözleri ve sözleriyle kuşatılıyorum. Kim ne derse desin, hakkımda ne düşünürse düşünsün ne istediğimi bilmesem de ne istemediğimi çok iyi biliyorum. Kendi olma yürekliliğini gösteremeyen bir insan olmak istemiyorum. Bu yüzden kaygılanmayı bırakıp kendi gerçeğimi göreceğim günü dört gözle bekliyorum. Alınması gereken kararlar hep olacak hayatta. Bu kararların bazıları hayatımızı dönüştürecek. Önemli olan, sonuçlarını göğüsleyebileceğimiz kararlar alabilmek. Başkalarının beklentilerine göre kendini şekillendiren insanlar olduğumuz için alacağımız kararların sonuçlarını düşünecek zamanı bulamıyoruz belki de. Oysa tatmin etmemiz gereken kişi sadece kendimiziz hayatta. Bize yakışmayacağını bildiğimiz halde farklı renkler olmaya çalışmak, hayattan çalmak. Bırakalım başkaları bizi istediği renkte görsün, biz en sevdiğimiz renk olalım. Bir karar alırken düşünmenin zaman gerektirdiğinin farkına varalım. Kafamızın içinde yüzlerce ses varken ruhumuzun istediği tınıyı bulmak hiç kolay değil. İçimizdeki ses eninde sonunda ruhumuzun istediği yere götürecek bizi. Yeter ki onu duymaya çalışmaktan vazgeçmeyelim. Şartlar ne olursa olsun, insanlar ne düşünürse düşünsün bu bizim hikayemiz. Hikayemize inandığımızda kimse bizi sözleriyle veya eylemleriyle bu hikayeyi yaşamaktan alıkoyamaz. Engin Geçtan’ın “İnsan Olmak” kitabında dediği gibi: “Oysa bir insan ancak kendi içinde devrikse başkaları tarafından devrilebilir.”
Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
1 Temmuz 2022 Cuma
dönemeç
22 Haziran 2022 Çarşamba
ayna benlik
Dünyaya gözümüzü açtığımız kişiyle aynı kalamıyoruz hayatta.
Yavaş yavaş işleniyoruz. “Ben” olmaya çalışıyoruz. Çabaladıkça kendimizden daha
da uzaklaşıyoruz. Kendimize giden yolda uğradığımız duraklar şubelerimizi
oluşturuyor. Fakat o şubeler bize ait değil. Kaç şubeden oluşuyoruz kim bilir?
Evimiz, okulumuz, dahası işimiz… İnsanlar konuşuyor ve biz dönüşüyoruz. Onların
söylemleri bizim eylemlerimiz haline geldiğinde bizi seveceklerine inanıyor,
içimizdeki sevgi açlığıyla yavaş yavaş ölüyoruz. Bazen acıyarak, bazen hiç
hissetmeden… Bu şekilde geçiyor günlerimiz, aylarımız, yıllarımız… Ölüm
geldiğinde bulabildiği “ayna benliğimiz”, biz değiliz.
15 Haziran 2022 Çarşamba
kör-mek
Son günlerde bir mutsuzluk hakim Türkiye’de. Belki de hep hakimdi ama bu kadar görünür değildi. Enflasyon rakamları, yanlış ekonomi politikaları… Mutsuzluğumuzun birçok sebebi var elbette. Ama en çok da yaşama ihtimalimiz olan güzel günlerin elimizden alınmasına öfkemiz. Küçücük bir odada sıkışıp kaldık adeta. Çıkmak istedikçe duvarlar daha çok üstümüze geliyor, nefesimizi kesiyor. Hayatınız boyunca o küçücük odaya hapsedildiğinizi düşünün. Sizi o odaya koyarken gözlerinizi bağlıyorlar çünkü odanın kapısını görmenizi istemiyorlar. Kapısı olmayan bir odada olduğunuza inandığınızda çıkmayı denemezsiniz bile. Bir köşede oturur ve nefes aldığınız her saniye kendinize uzaklaşırsınız. İşte biz o küçücük odalara hapsedilmeye çalışıldık yıllarca. Sesimizi duyurmaya çalıştıkça susturulduk. Bakılmayan, görülmeyen olduk. Kimi zaman böyle olabilmek için yalvardık. Bize baktıklarında bizi dinlemediklerini, sadece beden gördüklerini öğrenmiştik. Şu anda, beş parasız kaldığı için bağıranlar… Çaresizlik içinde kıvranırken sessizlikte boğulanlar… Farkına varmak için sıranın kendisine gelmesini bekleyenler… O küçük odaya hapsolmuş hissettiği için deliye dönenler… Biz o küçük odada doğuyor, hayatımızı görünmez bir kapıyı bulmaya çalışarak geçirmek zorunda bırakılıyoruz. Çoğu zaman kapıyı aradığımız için öldürülüyoruz. Bazılarımız kapıyı bulmaya olan inancını kaybetmiyor. Kendini kurtarıyor nefesini daraltan o duvarlardan. Bu sefer de diğer kadınların duvarlarına çarpıyor. Parası değer kaybedince sistemin farkına varanlar… Kaç kadın kaybedilince kadının değerini anlayacaksınız? Kendi yoksulluk sınırına gelmeden yoksullara kör olanlar… Sizin kadınlarınız, yaşarken öldürülünce mi gözünüzü açacaksınız? Farkına varmak için neyi bekliyorsunuz? Her gün öldürülmeme mücadelesi veren kadınları ne zaman göreceksiniz? Önce sevmekten korktuk, seven erkekler aşkından öldürürse diye. Sonra otobüse, minibüse binemez olduk, bir erkeğin ilgisini çekersek diye. Şimdi de telefon görünce kaçar olduk, birisi fotoğraflarımızı çekerse, bizi videoya alırsa diye… Şimdi soruyorum size: Bu ülkede kadın olmak mı daha zor yoksa yoksul olmak mı? En kolay yaşamın “yoksun”lara ait olduğu aşikar. Akıl yoksunları, gözlem yoksunları ve en çok da vicdan yoksunları… Fark etmek için sıranın kendinize gelmesini beklerseniz fark ettiğinizde çok geç olacak.
8 Haziran 2022 Çarşamba
kabuk
Sebebe ihtiyacınız yoktur birini severken, sebepsizce sevmek
ve sevdikçe o kişideki sebepleri keşfetmek… Yaşamın en güzel taraflarından
şüphesiz. Gel gelelim günümüz sevgilerine. Her gün “aşk” cinayetlerini görmek
sevgi anlayışını değiştirdi. Hayatı sevdiğimiz için erkekleri sevmekten korkar
hale geldik. Eskiden aşık olduğu kadın için her şeyi göze alan, onun için
yaşayan erkekler dünyasında, vazgeçilmez olmak değerli hissettirirmiş kadınlara.
Şartlar zor da olsa sevgi tüm engellerden daha güçlüymüş. Peki günümüz
dünyasında? Öldürülen kadınların çoğu bir erkeğin “aşkının” kurbanı… Biriyle
bir sorun yaşadığımızda vazgeçilen olmak istiyoruz artık. “Aşırı” sevgilerden
korkuyor, ihtimallerin dünyasında öldürülmemeyi umut ederek yaşıyoruz. Kendi
kabuğumuzda kalmak, ve kabuğumuza kimseyi yaklaştırmamak istiyoruz çoğu zaman.
Bazen kabuğumuzu kıranlar, yanlış kararlarımızın sahipleri oluyor. Her şeyi
doğru yaparken sevgimiz yanlış “şey”lerde vücut bulabiliyor. Çünkü sevgi işin
içine girdiğinde doğru ve yanlış birbirinin şekline bürünür. Bazen haberimiz
olmadan kabuğumuzu seviyor birileri. Sahip olduğu sevginin, onlara kabuğumuzu
kırma gücü verdiğine inanıyor ve düşünmeden üstüne basıp eziyor kabuğumuzu.
Bazılarının sevgisi “çok”. Onlar ezip geçmiyor, acıtarak sevmeye devam ediyor.
Acıyarak, kanayarak, soluk arayarak kabuğumuzun altında kalıyoruz. Kimse
görmüyor, duymuyor, hissetmiyor. Oysa biz hissizliğin dünyasını hissetmeye
maruz bırakılıyoruz. Kabuklarla yaşamak değil, yasaların sevgisizliğin önünde
bir bariyer oluşturmasını ümit ediyoruz. Kabuklarımız, varlığımız… Varlığımız
yalnızca bizim kabuğumuz… Yalnızca bizim…
1 Haziran 2022 Çarşamba
umut kırıntıları
Çok anlam yüklediğiniz biri karşınızda yabancılaşır bazen. Hem de o anlamın derinleşmesi için çok fazla vakit geçirmişken… İşte o zaman yere çakılırsınız. İçinizdeki umut kırıntılarının öldüğünü iliklerinize kadar hissedersiniz. Karşınızdaki kişinin soğukluğu sizin cehenneminiz olur. Hele de güzel seven biriyseniz… Çünkü güzel seven insanlar güzel sevilmek ister. Kelimelere sıkıştırılmış sevgiler yalnızca hayatın anlamını aramayan insanları tatmin eder. Neden bu kadar zor ki güzel sevmeyi sürdürebilmek? Sevgiyi güç savaşına dönüştürmeden yolumuza devam edebilmek? En azından sevdiğimiz bir kişi tarafından hayatımızın sonuna kadar güzel sevilebilmek…
22 Mayıs 2022 Pazar
yanılsama
Birçok ayrım var hayatta. Bu ayrımların başında gerçeğin ve gerçek olmayanın ayrımı gelir. Çünkü gerçeklik var oluşu belirler. Gördüklerimiz gerçek diye düşünürüz hep. Hatta “Gözümle görmeden inanmam.” diyecek kadar iddialıyızdır bunda. Peki ya gözümüzün tek gördüğü, hiçbir şey görmediği ise? Doğduğumuz andan itibaren gördüğümüz her şey bir yanılsamadan ibaretse? Gerçek, hiçliğin kendisiyse? Nietzsche’nin haksız olduğunu kim iddia edebilir? Platon’un idealar evreninin yansımalarına “gerçek” diyoruz belki de. Bu bilinmezlik, bilme arzusunun ilk kamçısı değil midir? Gördüğümüzü sanıyoruz, daha çok görmek için daha çok bakıyoruz. O halde neden baktıkça görme eylemine yabancılaşıyoruz? En başında kendi içine bakmayan biri nasıl dış dünyayı “gerçek” manada görebilir? Görmek anlamlandırmanın sonucudur. Anlamayan biri kavrayamaz. Kavrayamayan biri göremez. Salt bakışların ruha vurduğu sessiz kırbaçların sebebi tam da budur. Nereye bakıyoruz? Neyi görüyoruz? Baktığımız yerlerde bir şeyler gördüğümüzü sanan zavallı insancıklar olmadığımızı kim söyleyebilir? İçimizdeki varoluşsal boşluğu, görme arzumuzla doldurmaya çalışmadığımızın kanıtını kim sunabilir? Yaşam telaşında tek kaygımız daha çok bakmak ve gördüğünü sanmak da değil. En büyük arzumuz, görünür olmak. Bize bakılsın istiyoruz. Görülen olmak var olmak sanıp varoluşumuzu kanıtlamak istiyoruz herkese. Hiçbir şeyin gerçek olmadığını bilseydik de bu telaşa kapılır mıydık? Görmenin anlamakla mümkün olacağını fark edebilseydik… Bakılan olmak isterken, baktıkları yerde bir şey olmama ihtimalini akıl edebilseydik… Bedenlerin görünür olma savaşında ruhlar nefes almaya çalışıyor. En sonunda elde sadece görülmeden bakılan maddeler kalıyor. Biz yalnızca o madde olmaya çalışırken hayat akıp gidiyor. Yok oluşa yaklaştığımızda aslında hiç var olmadığımızı anlama ihtimali görülmesi gereken tek gerçek. Buna rağmen baktığımızda göremiyorsak belki de gerçekler görülmek zorunda değildir. Ya da gördüklerimiz gerçek değildir. Var olduğumuzdan bile emin olamadığımız hayatta varlığımızın göstergesi bir madde olarak bedenimiz olamaz. Başkalarının bize bakması da bizi var edemez. Baktıklarımız anlamlandıramadığımız yanılsamalar sadece. Farabi’nin dediği gibi: “Var mısın ki yok olmaktan korkuyorsun?”
15 Mayıs 2022 Pazar
fight club
Herkesin olmak istediği biri vardır. Kendisine hiç benzemeyen biri… Neden o kişi olmak istediğinin farkında bile değildir. Farkında olduğu, o kişi olmak istediğidir yalnızca. Bu istekte içinde bulunduğu düzen etkilidir. Sistem öyle zorlar ki fazlasını istemeye, kişi yetinemez kendisiyle. Her zaman daha fazlasına ihtiyacımız varmış gibi gösterilir bu düzende. Çalışmanın sebebi bile daha fazlasına sahip olmaktır. Belli bir saatte kalkar, hayallerimizin yakınından bile geçmeyecek bir işte saatlerce çalışır, gün sonunda perişan bir halde yatağımızda buluruz kendimizi. Sonra kazandığımız parayı gidip ihtiyacımız olmayan eşyalara yatırırız. Ne çalıştığımız zamanın önemi kalmıştır ne de uykularımızın. Reklamların büyüsüne kapılmışızdır çoktan. O büyünün etkisinden kurtulmak kolay değildir. Sistemin yarattığı karmaşada farkındalık anıdır gidişatı değiştiren. O farkındalığa erişmenin geri dönüşü yoktur. Hiçbir şey eskisi gibi değildir artık. Sahip olabileceğimiz şeylerin sonu yoktur. Sahip olduklarımız sahibimiz olmaya başlar bir süre sonra. Sahip olmadığımız sürece özgürüz. Sahip olmadığımız sürece tam…
8 Mayıs 2022 Pazar
acının resmini çizmek
İnsan en çok canı yandığında yaşadığını hissediyor belki de. Kalbi acıdığında, en kötüsü de o acıya bir çare bulamadığında… Bazı şeyler tarif edemeyeceğimiz kadar çok acıtıyor canımızı. Oysa bir tarif edebilsek… Bir söyleyebilsek ne kadar yandığımızı… Geçer belki de. En azından hafifler acımız. Spinoza, Etika’da şöyle diyor: “Bize acı veren duygular, onun berrak ve kesin bir resmini çizdiğimiz anda acı olmaktan çıkar.” Keşke söylenildiği kadar kolay olsa acının resmini çizmek? “Canım yanıyor, tam buradan ve bu yüzden.” diyebilmek… Aslında en zoru canımızın yandığını kabullenebilmek. Sebebi ne olursa olsun canımızı yakan şeyden kaçmak sadece acımızı erteliyor. Yok saydıkça acı derinlerimize gömülüyor. İçimize işledikçe parçalanıyor. Geriye acı kırıntıları kalıyor sadece. Geçti sandığımız acıların tekerrürünün sebebi yaşadıklarımız değil, bizleriz. Her şeye sahip olmaya çalışırken acılarımızın mülkiyetini elimizde tutamadığımız ve onları yeterince tasvir etmeye çalışmadığımız için en ufak bir şeyde acılarımızı sakladığımız yerden kırılıyoruz. Yaşamın en gerçek duygularından birinden neden bu kadar kaçıyoruz? Neden onu yok sayıyoruz? Buna sebep olan olayların, kişilerin bir önemi yok. Acılarımız kadar hissediyoruz hayatı. Resmini çizebildiğimiz müddetçe geride bırakabiliyoruz acılarımızı.
1 Mayıs 2022 Pazar
eksik
Ben buradayım. Etimle, kanımla, canımla… Neden görmüyorsun beni? Neden bir kez olsun başımı okşamıyorsun? Neden “aferin” demiyorsun? Burada beni görmeni beklerken neden çırpınışlarıma gözlerini kapatıyorsun? Erkek olsaydım da böyle mi yapardın? Hep kendimi eksik mi hissettirirdin? Yetersiz hissetmemek için nefesim kesilene kadar çalışırken sen bunu görmezden mi gelirdin? Başarısızlığımın arkasında durmandan bahsetmiyorum bile. En azından başarılarımın arkasında duramaz mıydın? Takdir edemez miydin bir kez olsun? Korktuğun neydi tam olarak? Şımarık birine dönüşürüm diye mi korktun? Kendime daha çok güvenirim diye mi? Bir kez olsun “aferin” diyebilseydin, sadece tamamlanırdım. Hepsi bu… Kadın olmak, bir “aferin” e muhtaç yaşamak çoğu zaman. Takdir edileceğin anı bekleyerek ve bu uğurda kendini kanıtlamaya çalışarak geçirmek koca bir ömrü... Takdir edilmeden yaşamayı öğrenmek de büyümek. Kendini kanıtlama çabasından vazgeçmek… Kendi kendine yetebilmek ve kendini takdir edebilmek. Keşke bu kadar erken büyümesek…
22 Nisan 2022 Cuma
anlam arayışı
Belki de bir anlam aramayanlar ya da hayatın anlamını aramadan bulanların dünyasıdır yaşadığımız dünya. Çünkü anlamlandırmaya çalışmak mutsuzluğa yaklaşmaktır adım adım. Mutsuzluk bilince giden yolda yavaş yavaş içimize işler. O yol karanlık... Bilince eriştikçe gözümüz kamaşır ışıktan. Bu ışık görüşümüzü bulanıklaştırır. Artık eskisi gibi göremeyiz dünyayı. Eskisi gibi bakamayız ona. Ne biz önceki gibiyizdir ne de gittiğimiz yol bildiğimiz yoldur. Anlam arayışının yolu bu yüzden zorludur. Değişmemiz gerekir. Bazen aydınlığın gözümüzü kamaştırması, bazen canımızı yakması... Bu yoldaki azınlığı oluşturanlar ise, bu yola çıkabilme cesaretini gösterebilenlerdir. Çünkü insan, doğası gereği belirsizlikten hoşlanmaz. Ne kadar net görürsek hayatı, o kadar hafif hissederiz. Bir kuş gibi gökyüzünde ya da sonbaharda yere düşen sarımsı bir yaprak gibi… Bir şeylerin anlamını aradıkça hayatımızı bulanıklaştırırız. Pessoa, şöyle diyor Huzursuzluğun Kitabı’nda: “Şu anda dünya aptallara, huzursuzlara, yüreksizlere ait. Yaşama ve başarma hakkına sahip olmak için, bir akıl hastanesine kapatılmak için gereken şartları yerine getirmek zorundasınız: düşünememe, ahlaka aykırı davranma ve aşırı coşku.” Aptalların dünyasında yaşamak anlam arayışı yolculuğunu daha da zor kılar. Bu dünyada anlam aramak en büyük aptallık gibi hissettirse de bazen, bu yolun geri dönüşü yoktur. Bir kez sorgulamaya başladığımızda farkındalık eşiğine sıkışırız hayatımız boyunca. Bazen nefesimiz kesilir. Bazen ötekileştiriliriz bu eşikte. Ama o eşikte olmak, tek gerçeğin ölüm olduğu dünyaya en güzel direniştir. Aptallar dünyasının rastgele yaşayan organizmalarından biri olamamak, bu dünyaya ait hissedememek... Günden güne yalnızlaşmak... Belki de Cansever'e kulak vermek gerekiyordur burada: "İnsanın insana verdiği en değerli şeydir yalnızlık." Farklı olanın yalnızlaştırıldığı dünyada yalnız hissetmek bir ödüldür. Sınırlı bir ömre sığdırılması gereken, bir anlamdır, yalnızca.
15 Nisan 2022 Cuma
tanım
Hayatı tanımlara sığdırmak en zor şeylerden biri. Karakterimizi, gördüklerimizi, yaşadıklarımızı kelimelerle açıklamaya çalışmak her zaman yeterli olmuyor. Algılarımız farklı. Yaşadıklarımız, durduğumuz yer, vicdanlarımız farklı. Kahve kokusunu tarif etmenin zorluğu gibi hayat bazen. O kokuyu anlatmak için güzel kelimelere ihtiyacınız olduğunu biliyorsunuz ama güzelliğin derecesine karar vermek zor geliyor. Genellemek istemiyorsunuz çünkü genellemek güzelliğin tanımına aykırı. Güzelliğin tanımını düşünüyorsunuz, zıtlıklarıyla açıklıyorsunuz belki de. Çirkin olmayan diyorsunuz mesela, çirkin nedir düşünmeden. Çirkin deyince aklınızda bazı imgeler canlanıyor. Bazı suratlar, tanımlanmaya muhtaç bazı sözler ya da sadece güzel olmayan diye düşünüyorsunuz. Ama özünde güzel ve çirkin ne bilmiyorsunuz. Kendi içinizde bir şeylerle özdeşleştirebiliyorsunuz sadece. Zamanla bunu yaptığınızı unutuyorsunuz. İçinde bulunduğunuz anda kelimelerle bağlantılarınız kalıyor sadece. Kimi zaman güzel, annenizin suratı oluyor kimi zaman çirkin, gözünüze hoş gelmeyen bir ev... Nesneleri hapsettiğiniz sıfatlarla yaşıyorsunuz hayatınızın sonuna kadar. O sıfatların prangaları ise tanımları. Tanımlamaya çalıştıkça eksiltiyorsunuz hayatı. Bazı insanlara iyi bazılarına kötü diyorsunuz, iyi ve kötünün ne olduğundan emin bile olmadan. Her ne kadar “ama”ları sevmeseniz de “ama” olmak zorunda bazen cümlelerinizde. İyiyi tanımlamak bu kadar zorken bir insanı iyi diye tanımlamak bu kadar kolay olmamalı. Her insanın aynı anda iyi ve kötü olabileceğini unutuyorsunuz. İyi olduğunu düşündüğünüz biri size kötü hissettirdiğinde şaşırıyorsunuz. Oysa onun iyi olduğunu düşünen de sizdiniz. Yaptığı davranışın kötü olduğunu düşünen de sizsiniz. Yaşam, düşüncelerinizin ve düşüncelerinize giydirdiğiniz kıyafetlerin ötesinde bir gerçekliğe sahip. Her ne kadar tanımlamaya çalışsanız da gerçekliği değiştiremiyorsunuz. Öte yandan tanımlarınız değiştikçe doğrularınız değişiyor. Öldürmek kötüdür diye düşünürken bir gün kendinizi bir katili anlamaya çalışırken bulabiliyorsunuz. Empati kurmaya çalıştığınız kişinin başka insanları öldürdüğünü hatırladığınızda kendinizi “kötü” hissediyorsunuz. Sonra empatinin “iyi” bir duygu olduğunu hatırlıyor ve rahatlıyorsunuz. Bazen iyi biri olduğunuza inanıyorsunuz ve hayatınızda iyi şeyler olmasını umuyorsunuz. Sonra “kötü” insanlarla karşılaşıyorsunuz. Canınızı yakan, size hak etmediğiniz şekilde yaklaşan insanlarla… Kötülüğün gücü altında ezildikçe kötülüğe olan inancınız artıyor. İyilik tanımızın değişiyor. Güçsüzlük ekleniyor tanımınıza. İçgüdüsel olarak güçsüz olmak istemez kimse. Böylece “güçlü”lerin sayısı artıyor günden güne. Her şey belli bir düzeyde gidebilecekken hayatın saf gerçekliğinde, o gerçekliği tanımlarınızla yeniden üretip hapsoluyorsunuz küçücük cümlelere. Hayat, tanımlarınızdan çok daha fazlası. Bırakın yaşadıklarınızın içinizde uyandırdığı hisler özgür kalsın. Bırakın, en azından kelimeler prangalarını kırsın.
8 Nisan 2022 Cuma
hayal
Ne olmak istediğimizi düşünerek geçiyor ömrümüz. Kafamızdaki insana kendimizi uydurmaya çalışarak… Zorlayarak, sıkıştırarak kendimizi… Peki ya hiçbir şey olmak istemiyorsak ve aynı zamanda her şey olabileceğimize inanmışsak? Bazen bir şelalede akıntıya kapılmadan sabit durmaya çalışır gibi yaşadığımı hissediyorum. Durmak istiyorum çünkü hayatın sıradanlığına direnemeyeceğimi biliyorum. Kendimi akışa bırakmak istiyorum. Nereye gittiğimi bilmemenin belirsizliğinde boğuluyorum. Bilinmezliğin huzursuzluğuna tahammül edemiyorum. Bazen sadece bir hayale sıkışmış hissediyorum kendimi. Olmak istediğim insan en başından belliymiş ama o insan olmaya zamanında cesaret edememişim gibi… Ne tuhaf sözcük şu “zamanında”. Her şeyin bir zamanı olduğuna inanmak hayattan çalmak değil mi? Kim bilebilir ki doğru zamanı? Böyle düşündüğümde ise hayalim olduğuna inandığım yaşam biçimi gerçekten bana mı ait diye sorgulamaya başlıyorum. Neden bu hayali kurduğumu hatırlamaya çalışıyorum. Bu düşün, içimde belirdiği ilk anı... Yapamıyorum. Başını hatırlayamadığım sadece çok sevdiğimden emin olduğum bir kitap gibi hayalimi başucuma koyuyorum. Orada olması beni mutlu ediyor, aynı zamanda tedirgin... Ya direnemezsem bir gün? Sonunu merak edersem başucu kitabımın? O zaman şu anki kadar değerli olur mu? Gerçekleştiğinde değeri azalır hayatta çoğu şeyin. Arzularımız gerçekleşmedikleri için tutkulu hissettirir bize. Peki ya ben bu hayalin gerçek olma ihtimalini mi yoksa içimde oluşturduğu tutkuyu mu daha çok seviyorum? Hayalimi başucumda tutmak mı yoksa hayalim olmak mı istiyorum? Her şeyden çabuk geçen hevesimi canlı tutmak istiyorum bir kez olsun. Ulaşmışlığın verdiği o can sıkıcı tatmin olma hissini yaşamak istemiyorum. Tatminkarlık yalnızca kesintiye uğratır yaşamı. Hayatı en çok içimizde bir şeyler ukte kaldığında hissederiz. Yarım kalmışlıkları sevmediğimizi söylesek de yarım kalmış hikayelerin cazibesi buradan gelir. Bu hayal, benim bir parçam. Bu parçam bazen canımı acıtıyor. Yanlış seçimler yapmış gibi hissettiriyor bana. Bazen olduğum kişiyi daha çok sevmemi sağlıyor. Eksikliklerim beni daha çok ben yapıyor. Bir gün hayalim hayatımın bir gerçeği olur mu bilemiyorum ama o günün bir ihtimal olması beni daha güçlü kılıyor.
1 Nisan 2022 Cuma
güç
Affetmek mi daha zor affedememek mi? Kendimizi affedememekten korktuğumuzdan belki de sevdiklerimizi affedemeyişlerimiz. Çünkü insan en çok kendini affedemiyor. Kendinden kaçamıyor. Kendini aldatmaktan korkuyor en çok. Sevdiğimiz insanları kaybetmenin hüznünden daha ağır geliyor kendimize olan sevgimizi kaybetme korkusu. Bu korkunun altında eziliyoruz. Kendimizle sevdiklerimizin arasında kalıyoruz. Günün sonunda ya kendimizi ya da sevdiğimizi seçiyoruz. Onunla kendimizi daha çok seviyorsak onu affediyoruz. Kendimizi sevmemize bir barikat da o oluyorsa vazgeçme eşiğinde buluyoruz kendimizi. Bu eşikte olmak canımızı yakıyor ama bu eşikte verdiğimiz kararlar bizi kendimize daha çok yaklaştırıyor. Karar verirken yeni olacağımız kişiyi sevip sevmeyeceğimizi düşünmeliyiz belki de. Herkesin hata yapabileceğine inanan ve affetme gücüne sahip biri de olabiliriz; altında ezileceğimiz hataları reddeden, zor da olsa sevdiği kişiyi geride bırakabilecek güce sahip kişi de… Bu iki kişi de güçlü. Biri affedebildiği, biri affedemediği için… Önemli olan, altında ezilmeyeceğimiz gücü seçmek. Doğrularınıza sıkı sıkıya bağlıysanız affetmek zor gelebilir. Doğrularınızdan uzaklaştığınızda kendinizi affedememekten korkarsınız çünkü. Oysa hayatın akışkanlığında doğrular da sabit kalmamalı. Herkesin ufak hatalara hakkı olmalı hayatta. Fark etmek ve telafi etmeye çalışmak yetebilmeli bazen affetmeye. Güç savaşlarıyla geçen hayatın tek gerçeği, kaybetmek. Yokluğuyla eksileceğimiz insanları henüz vaktimiz varken affedelim çünkü doğrular gerçeklere direnemez. Sevdiklerimiz nefes alırken belirlediğimiz doğruların gerçekliğine aldanmamalı çünkü gerçek, ölüm olduğunda tüm doğrular anlamını kaybeder.
22 Mart 2022 Salı
yirmi dört saat
Keşke bir günlüğüne mümkün olsa kafamdaki düşüncelerden kurtulmak. Yirmi dört saatliğine sadece gerçeklerle yaşamak. Anda kalmak…
15 Mart 2022 Salı
belgin
Otuz yaşında öldürülmüş bir kadınım ben. Doğduğu andan itibaren mücadele etmek zorunda bırakılmış bir kadın… Yaşarken defalarca öldürülen bir yaşayan ölüydüm belki de. Öldürülmekten yorulur mu insan? Ben yoruldum. Koca dünyaya sığdırılamamış bir kadın olmak ağır geldi ruhuma. Neden bu zalimlik? Neyi yanlış yaptım ben? Yanlış yapmış olsaydım da bu sonu hak etmiş sayılır mıydım? Ardımda onlarca soru bıraktım. En acısı da bu sorularımın yıllardır cevapsız kalması. Ben sadece aşık oldum. Yanlış olduğunu bilmeden, sonumu öngöremeden… Daha sonra korktum, iliklerime kadar korktum. Her zerremde hissettim bu korkuyu. Gitsin istedim, bitsin istedim. Gitmedi, bitmedi. Ben bittim, ben gittim. Önce inancımı kaybettim. Sonra bir gözümü… Daha az görmek acımı hafifletir sandım. Dünya görmek istediğim bir yer olmaktan çok uzaktı çünkü artık. Ama her geçen gün daha çok acıdı canım. Daha çok acıttı canımı. Kimse bir şey demedi. Kimsenin elinden bir şey gelmedi. Yüzüm yetmedi, gözüm yetmedi, hayatımı aldı elimden. Herkes sustu. Öldüğümde korkularım biter sandım, bitmedi. Geriye demirlerin ardındaki mezarım kaldı. O mezar tüm kadınların korkuları…
8 Mart 2022 Salı
aşırı
Orta şekerli bir hayat sürme arzusuna hapsoldum son günlerde. Kesin çizgilerden yoruldum. Her zaman bir taraf seçmek zorundayız. Siyah ya da beyaz olmak... Kendi rengi olamamak... Bir şeyi az sevme lüksümüz yok artık. Ya benimsemek ya da tamamıyla reddetmek zorundayız. Sürekli bir taraf seçmek zorunda olmaktan yorulmadık mı? Kendi yarattığımız kategorilerin esiri olmaktan bıkmadık mı? Bu kadar sınırlı canlılar mıyız gerçekten? Hayat bir kahve ise iki seçeneğimiz var: Şekerli ya da şekersiz içmek. Orta şekerli kahveye hasret kaldık. Ötekileştiren olmak da ötekileştirilen olmak da ağır geliyor ruhuma. Tarafsız olmak fikirsiz olmak diye düşünürken kendi yarattığımız tarafların bizi fikirsiz bırakması kararımı sorgulatıyor. Bir fikre sahip olmak diğer tüm fikirleri yadsımayı gerektirmez. Herkes açık bir kapı bırakmalı değişime ve farklılıklara. Farklı düşünceler birbirine zarar vermeden var olmalı. Sahip olmak ve sahip olamadığını yok etmek üzerine kurulu bu düzenin altında bırakmamalı kimse kimseyi. Yormadan, incitmeden bitirelim şu ömrü. Sonsuza kadar yaşayacak gibi dünyayı kendi renklerimize boyama hırsı nereden geliyor? Bu hırsla tek renge bürünmedik mi? Mavi olmak istiyorum artık, ucu bucağı olmayan ve yeşil, nefesimin yettiği yere kadar…
1 Mart 2022 Salı
zor
Hayat uçsuz bucaksız bir yolculuk. Nereye gittiğimizi bilmeden soluksuzca yürüdüğümüz uzun bir yol… Yolun başındaki kişi olarak kalmak imkansız yolun sonunda çünkü yol çetrefilli. Mücadele etmek zorunda bırakıyor bizi. Bu mücadeleler kimi zaman bizi güçsüz bırakıyor, kimi zaman daha güçlü kılıyor. Değişmeyen tek bir şey var: Mücadelelerimiz bizi değiştiriyor. Değişimin baki kaldığı bu uzun yolculukta evrildiğimiz kişileri kabul etmek ve sevmek yerine neden yolun başındaki insan olduğumuzu kanıtlamaya çalışırız hayatımız boyunca? Yolun başındaki insanın kendimiz olduğundan emin bile değilken…Yolculuğa odaklanmak yerine kendimize odaklanırız bu uzun yolda. Bazen tanımadıklarımızın, bazen en yakınlarımızın; en çok da kendimizin esiri oluruz değişime direnen kelimelerimizle. Belirlenen kelimelerin dışına çıkmak neden bu kadar zor bu yolculukta? Değişmek kötü olarak algılandığından mı, yargılanmaktan korktuğumuzdan mı yoksa alışkanlıklarımızdan kopmak zor geldiğinden mi yaparız bunu kendimize? Neden sürekli kendimizi aynı kelimelere sığdırmaya çalışırız artık o kelimelere ait olmadığımızı hissetsek bile? Yolun başındaki kişi olmadığımızı kabul etmek zorundayız. Bu, uzun bir yolculuk ve yaşadıklarımızla değişiyoruz. Değişimimiz kimi zaman bizi hayal kırıklığına uğratıyor, kimi zaman büyülüyor ama ne olursa olsun bizi biz yapıyor. Bu bizim yolculuğumuz ve bu yolculukta olmak istediğimiz kişiyi biz seçmeliyiz. Bunu kelimelere indirgemek ya da hayatımız boyunca, yolculuğun başında belirlediğimiz kelimelerin esiri olmak zorunda değiliz. Sadece yaşamak soluksuzca ve kendin olarak, değişmenin seni sana yaklaştıracağının bilinciyle…