Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

22 Haziran 2020 Pazartesi

son

Her son yeni bir başlangıç hayatta. Bir şeylerin bitmesi gerekir yenilerinin başlaması için. Oysa sonlar hep kötüymüş gibi gelir yaşarken. Alışmak gibi bir alışkanlığımız olduğundan belki de. Bitmesin isteriz hiçbir şey. Yeterince mutlu olup olmamamızın bir önemi yoktur. Kopmak zor gelir alıştıklarımızdan. Yaşam bile sonsuz değilken, sonları neden kabullenemez insan? Neden her son, kendi sonuymuş gibi hissettirir ona? Değişim korkuttuğu için mi? Yoksa gelişmek mi zor gelir? Başlangıçlar, yeni bir "ben" olma umudu barındırır içinde. Kolay değildir yeniden başlamak. Her son, gelişimden önceki bir basamaktır aslında. Değiştirir insanı öğrendikleri. İçinde kalanlarla yürüdüğü yol, aynı değildir artık. Farklı biri olmanın sorumluluğu vardır üstünde. Bu ağırlıktan kaçmak ister insan çoğu zaman. Zor gelen budur belki de. Sorumluluklar... Oysa hayat, her an sorumluluk yüklemez mi omuzlarımıza? Bunun için sonlara ihtiyaç var mı? Korkmamalı insan sonlardan, alışkanlıklarının esiri olmaktan korkmalı. Yaşamın sınırı sadece yaşadığımız süre olmalı, kendimize koyduğumuz kısıtlamalar değil. Madem her şeyin bir sonu var, bu sonu kabullenip yeni başlangıçlara kucak açmalı...

15 Haziran 2020 Pazartesi

geç(me)miş

Gece karanlık. Geçmiş de gece gibi. Karanlık bulutlar kümesi... Bir ağırlığı var üstümüzde görmesek de. İçimizi bunaltan, nefesimizi kesen bir ağırlık bu. Nasıl her günün sonu geceyse geçmişimiz de hep bizimle. Yaşadığımız olaylara tepkilerimiz bile geçmişimizin izlerini taşıyor. Geçti sandıklarımızın geçmesi sandığımız kadar kolay olmayabiliyor. Önceden hissettiğimiz olumsuz duyguları hatırlatacak olayları yaşadığımızda, duygularımız çok daha yoğun oluyor. Duygularımızın altında eziliyoruz adeta. Geçmişin yükü ağır geliyor omuzlarımıza. Bu yükü hafifleten ise hafıza. Bazen bunu güçlü kılan. Üzülüyoruz hatırladıkça. Yaşadıklarımız hatırlatıldıkça. Unutmak, geçmişi yaşanmamış kılmasa da yaşanabilir kılıyor hayatı. Yok saymak mıdır unutmak? Yaşanmamış gibi yapmak mı? Yoksa yenileriyle değiştirmek mi kötü anları, anıları? Her yaşadığımız, olduğumuz insanı bulmamıza giden yolda bir adım belki. Peki ya yaşadıklarımızın ağırlığını  taşımak istemiyorsak? O insan olmak istemiyorsak? Hiç o insan olmamışsak, sadece öyle olduğunu sanmışsak? Yanılarak eşlik etmişsek hayatın getirdiklerine? O zaman da mı taşımak zorundayız geçmişin ağırlığını üzerimizde? Nasıl kurtuluruz bu yükten? Nasıl sileriz geçmişin izlerini üzerimizden? Geçmişte ne yaktıysa canımızı, şu anımıza yansıyan her neyse, artık öyle olmayacağına inanarak belki de. Farklı olacağına inanarak bir şeylerin. Değiştirmek bizim elimizde. Anları, anıları yenileriyle değiştirmek... Şu anımız yarınımızın geçmişi. Yaşadığımız anda kalırsak en iyi halimizle, yarınımız da iyi izler taşır. Üzerimizde ağırlık yapmayacak, nefesimizi kesmek bir yana nefesimiz olacak izler... Yaşadığımız her an, yaşanmış olan her şey "geçmiş". En eskileri hatırlamak zor. Oysa kötü izleri silmek zor değil. Yenileriyle değiştirmek... Yakın geçmiş, izlerini en çok taşıdığımız zaman. Derinlerimize işlemeye fırsat bulamamış, henüz bir parçamız haline gelememiş geçmiş... Ne kadar çok güzel an eklersek, o kadar güzel anı bırakırız ardımızda. Hayat geride bıraktıklarımız. Çünkü her şey geride kalır zamanın akışında. Önemli olan, arkamıza baktığımızda ne görmek istediğimiz. Yaşanmışlıkları ne ölçüde geride bırakabildiğimiz. Sonsuz olmayan hafızamıza hangi anları kaydetmek istediğimiz. O kaydedilenlere baktığımızda gördüğümüz kişiye ne kadar ait olabildiğimiz. Yaşanılan her an geçmiş, biz bu geçmişte ne kadar kendimizden geçmemiş, kendimiz kalabilmişiz, önemli olan bu. Şu anın da geçmişimiz olacağı bilinciyle yaşamak, yeni geçmişimizi en iyi şekliyle inşa etmek... Bunu başarabildiğimizde "Hayatım boşa geçmemiş." diyebiliriz gönül rahatlığıyla. Geçen sadece zaman, hangi izlerin kalıcı olacağına şu anımız karar verir. Geçmişin izlerini silebilecek olan, yalnızca biziz. Yaşadığımız anda kalarak, yarının geçmişine güzel anlar katarak...

8 Haziran 2020 Pazartesi

konfor alanı

İnsan her zaman bir şeylere tutunmak ister. Bazen bir duyguya, bazen bir insana... Bağlılık rahatlatıcı gelir ona. Güvende hissetmek ister. Varlığının sebebi yapmak ister bir şeyi. Öyle olduğuna inandırır kendini. Değişimden korktuğu için midir bağlanma isteği? Yoksa değişememekten korktuğu için mi? Zaten çabuk alışmaz mı doğası gereği? Alıştığından kopmakta zorlanmaz mı? Alıştıklarından vazgeçmenin zor olduğunu bile bile neden alışmak ister bir şeylere? Güvende hissetmek için mi? Huzurlu olmak için mi yoksa? Alışkanlık mıdır huzuru ve güveni sağlayan ona? Ya alıştıklarından kopması gerektiğinde... O zaman huzursuz mu olmalı? Güvensiz ya da... Yeni limanlar mı aramalı kendine, bağlanacak? Her şeyin akıp gittiği, değişim gerçeğinden başka hiçbir şeyin  baki olmadığı hayatta, neden bağlanacak şeyler arıyoruz kendimize? Bir şeylere bağlandıkça mutlu oluyor, bağlandıklarımızla bağlarımız koptuğunda dünyanın en mutsuz insanlarına dönüşüyoruz. Sevgiyi bile bağlılıkla bağdaştırıyoruz. Birini sevince herkesi silebiliyoruz. Sevginin bütünleştirici gücünü yadsıyacak kadar önem veriyoruz bağlılığa. Neden yapıyoruz bunu? 
Bir konfor alanı oluşturuyoruz kendimize. Belirli kişileri alıyoruz bu alana. Belirli nesneleri ve mekanları. Güven veren, o alan. Konfor alanımızın biraz dışına çıkınca ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Ön yargılarımız giriyor devreye. Herkese, her şeye bize zarar verecekmiş gibi yaklaşıyoruz. Onları sevememekten korkuyoruz. Bağlı olduğumuz çoğu insan sevilesi mi diye düşünmemişken bir yabancıyı sevmeye başlamakta zorlanıyoruz. İhtiyacımız olan belirli insanlar değil. Onlara olan sevgimiz. Bunu unutuyoruz. Kişilere anlam yükledikçe, duygularımızı bir kişide tüketmeye çalıştıkça, tükenen biz oluyoruz. Bizi üzen başkaları değil, bağlılıklarımız. Bağlılıklarımızla yaşamaya devam ettikçe, mutluluğumuz daimi olmayacak. Her şey geçebilir hayatta. Yığınla insan, sürekli yenilenen nesneler, keşfettikçe kendinizi bulacağınız mekanlar... Değişmeyen biz olmalıyız. Hayatla bağımıza tutunmalıyız her koşulda. Görüş ayrılıkları bile yeterli insanlar arasındaki bağları koparmaya. Oysa insan kendiyle kurduğu bağlarda aramalı güveni, huzuru. İnsanlara değil, hayata bağlanmalı tutkuyla. Konfor alanımızın dışına çıkmak, gerçekten yaşamak. Sürekli bağlanacak maddeler aramak, onlara tutunarak yaşamaya çalışmak, bir ömrü boşa harcamak. Asıl yaşam içimizde. Kendi hücrelerimizde. Bazen hislerimiz, bazen düşüncelerimiz sayesinde bağlanıyoruz bir şeylere. Bu hisleri ve düşünceleri üreten biziz. Ne hakkında düşündüğümüz, kimin için ne hissettiğimizin ne önemi var bu durumda? Önemli olan, hissetmekten vazgeçmemek. Her koşulda düşünmeye devam etmek. Bağlılığımız bu eylemlerin varlığına olmalı, ne üzerine olduğuna değil. Kendi içimize bağlı olmalıyız, onun dışarıdaki yansımalarına değil. Bağlılıklarımızın doğrultusu değiştiğinde bulunduğumuz yerin bir önemi kalmayacak. Bizim olduğumuz yer, konfor alanımız olacak. Yaşamak, işte o zaman yaşamak olacak.

1 Haziran 2020 Pazartesi

sözcük

Mutsuzluğun hüküm sürdüğü bu dünyada kötü olan olaylar değil aslında. Bir şeylerin kötü gittiğine o kadar inanıyoruz ki inandıklarımızı yaşadığımızı fark edemiyoruz. Fark etmek istemiyoruz belki de. Farkındalık, sorumluluktur aynı zamanda. İtina ister, emek ister. Bu emeği verecek gücü bulamıyoruz içimizde. Gücümüzü tüketen, kelimelerimiz; bundan bihaber yaşıyoruz. Düşündüklerimizi söylediğimizi sanıyoruz. Oysa söylediklerimizi düşünüyoruz. Ağzımızdan çıkanları yaşıyoruz. Mutluluğu da mutsuzluğu da kullandığımız sözcüklerle kendimiz seçiyoruz. Sözcüklerin karanlığı hayatın ışığını söndürmeye meyilli. Oysa güzel sözcükler, güneşli günlerin habercisi. Madem bu kadar kısa hayat, aydınlıkta yaşamalı insan güzel sözcükler kullanarak.