Belki de bir anlam aramayanlar ya da hayatın anlamını aramadan bulanların dünyasıdır yaşadığımız dünya. Çünkü anlamlandırmaya çalışmak mutsuzluğa yaklaşmaktır adım adım. Mutsuzluk bilince giden yolda yavaş yavaş içimize işler. O yol karanlık... Bilince eriştikçe gözümüz kamaşır ışıktan. Bu ışık görüşümüzü bulanıklaştırır. Artık eskisi gibi göremeyiz dünyayı. Eskisi gibi bakamayız ona. Ne biz önceki gibiyizdir ne de gittiğimiz yol bildiğimiz yoldur. Anlam arayışının yolu bu yüzden zorludur. Değişmemiz gerekir. Bazen aydınlığın gözümüzü kamaştırması, bazen canımızı yakması... Bu yoldaki azınlığı oluşturanlar ise, bu yola çıkabilme cesaretini gösterebilenlerdir. Çünkü insan, doğası gereği belirsizlikten hoşlanmaz. Ne kadar net görürsek hayatı, o kadar hafif hissederiz. Bir kuş gibi gökyüzünde ya da sonbaharda yere düşen sarımsı bir yaprak gibi… Bir şeylerin anlamını aradıkça hayatımızı bulanıklaştırırız. Pessoa, şöyle diyor Huzursuzluğun Kitabı’nda: “Şu anda dünya aptallara, huzursuzlara, yüreksizlere ait. Yaşama ve başarma hakkına sahip olmak için, bir akıl hastanesine kapatılmak için gereken şartları yerine getirmek zorundasınız: düşünememe, ahlaka aykırı davranma ve aşırı coşku.” Aptalların dünyasında yaşamak anlam arayışı yolculuğunu daha da zor kılar. Bu dünyada anlam aramak en büyük aptallık gibi hissettirse de bazen, bu yolun geri dönüşü yoktur. Bir kez sorgulamaya başladığımızda farkındalık eşiğine sıkışırız hayatımız boyunca. Bazen nefesimiz kesilir. Bazen ötekileştiriliriz bu eşikte. Ama o eşikte olmak, tek gerçeğin ölüm olduğu dünyaya en güzel direniştir. Aptallar dünyasının rastgele yaşayan organizmalarından biri olamamak, bu dünyaya ait hissedememek... Günden güne yalnızlaşmak... Belki de Cansever'e kulak vermek gerekiyordur burada: "İnsanın insana verdiği en değerli şeydir yalnızlık." Farklı olanın yalnızlaştırıldığı dünyada yalnız hissetmek bir ödüldür. Sınırlı bir ömre sığdırılması gereken, bir anlamdır, yalnızca.